Mekke Kurtulmadan Kudüs Kurtulur mu?

    İsrail'in Gazze operasyonu artık her tür çığırdan çıkmış durumda. Örselenmeyen hiçbir yaş, cinsiyet, insani duygu, hal, etnik köken, kültürel yapı kalmadı. "Teröristin sivillerin arkasına saklanması" diskuru da temize çıkaramaz yaşananları; hatta bunun ötesinde orada "Teröristin 'Terörist'in arkasına saklanması durumu dahi var diyebiliriz. An itibariyle en azından bir ateşkes için bi kaç ip uç vermeye başlıyor gibi görünse de herkes farkında ki ihtimali, dayanıklılığı, süresi çok umut verici değil. Peki olabilir mi?

    Barış zor. Çünkü çatışmanın temelinde gel geç bir anlaşmazlık yatmıyor; hatta sorun Modern İsrail'in kuruluşuyla dahi başlamıyor. Dolayısıyla anlık bir takım müdahaleler bu sorunu çözmeye muktedir olamaz, en iyi ihtimalle bugünden yarına erteler. Hiç yoktan iyidir tabii ama nereye kadar?

     Öncelikle Müslümanların kabullenmesi gereken bir gerçek var: Dini olarak Kudüs'e dair en büyük iddia Yahudilerin iddiasıdır. Ne Hıristiyanlar ne de Müslümanlar için Yahudiler için kutsal olduğu kadar kutsal değildir Kudüs. Çünkü onlar için mesele sadece Süleyman Tapınağı'ndan ibaret değildir, şehrin tamamı (Zion- Davut'un şehri) kutsal bir anlama sahiptir. Onlardan sonra ise Hıristiyanlar gelir, Kutsal Kabir Kilisesi vs. nedeniyle. Ancak onlar dahi mekanın kendisiyle ve tamamıyla bir ilişki içerisinde olmak zorunda değillerdir, bir nevi hac merkezi olarak erişebilmeleri yeterlidir. Bu sıralamada en son ise Müslümanlar gelir. Çünkü Müslümanlar için en esaslı kutsiyet atfı "İlk Kıble" ifadesiyle gerçekleşir. Ancak açıktır ki Kudüs'te "İlk Kıble" olabilecek tek yer Süleyman Mabedinin kalıntıları olabilir. Bugün Mescidi Aksa diye bildiğimiz "alan", barındırdığı iki mescitle dahi ilk kıble olamaz; çünkü bu mescitlerden biri Emevi mescididir, diğeri Ömer mescidi. Yani Hz. Muhammed Kudüse doğru dönüp namaz kıldığında bu iki mescit henüz inşa edilmemişti bile. Bilen bilir zaten yaygın bir başka iddiaya göre "Aksa"dan kasıt bu mescitlerin üzerinde bulunduğu alandır, "Tapınak Tepesi"dir. Yani dolayısıyla Yahudi iddiası -"Ağlama Duvarı" (-ki Aksa'nın duvarlarının hemen altındadır) Süleyman Mabedi'nin Batı Duvarıdır- doğruysa ve bu mabedin kalıntıları Aksa Tepesi'nin altında bulunursa ortaya çıkmış olur ki Hz. Muhammed tebliğin ilk yıllarında bu mabede doğru dönerek secde etmiştir. Bunun böyle olması İslam'ın mesajının sahihliğine bir halel getirmez. Aksine müslümanların kısmen kabul ettikleri ancak sonra sahih olanıyla değiştirdikleri bir ortak mesajın varlığı gerçeğini pekiştirir.

    Şimdi bu temel tespitleri yerleştirdikten sonra bir de şunu sormak gerekir: İlk Kıblenin dinimiz açısından, tarihsel bir bilgi olması haricinde ne anlamı vardır? Hiç. Evet, hiç. Hatta o kadar hiç ki bunun farkında olanlar tarafından olmalı, Miraç olayı da Mescidi Aksa'da gerçekleşmiş denilerek hiçlikten çıkarılmaya çalışılmıştır. Diyelim ki gerçekten de Miraç Aksa'da gerçekleşmiş olsun, aynı soru yine varlığını hissettirecektir: Ordaki mescitler Hz. Peygamberden sonra inşa edildiğine göre, Miraç sırasında ziyaret edilen "Mescit" "Süleyman Mabedi" kalıntılarından başka ne olabilir? Ve eğer Miraç hadisesinin burada gerçekleştiğinde ısrar edilirse o zaman akıllara şu soru da gelir: Hz. Peygamber'in neden göğe yükselmek için Kudüs'e gelmesi gerekti de örneğin Mekke'de göğe yükselmedi? Kudüste olup Mekke'de olmayan ne var? İşte tam da bu gibi sorulara neden olması açısından Mescid'i Aksa'nın bu kadar önemli hale getirilmesinin aslında İslam'ın temel naslarına aykırı dahi olduğunu söylüyorum: Mescid-i Aksa Mescid-i Haram'dan daha önemli değildir, hatta hemen hemen (bir İslam mescidi olması haricinde) hiç önemli değildir.

    İslam Alemi Mescid-i Aksa'nın bu gerçeklerini bi kabullense, geriye sadece Müslüman bir halk olarak Filistinlilerin vatan mücadelesinden başka birşey kalmaz (Yani dini değil milli bir mesele). Elbette ki Filistinlilerin gördükleri zulümler karşısında ve vatan müdafaları açısından desteklenmeleri İslam Alemi için yine de elzemdir. Ancak kesinlikle bir "Din Savaşı" nedeni değildir. Dolayısıyla tüm İslam Alemi'nin girmeye zemin aradığı bir savaş da olmamalıdır. Elbette yine de müslümanlar olarak Filistinlilerin haklarını savunmak için de ortak bir mücadele verilmesi gerektiği iddia edilebilir ama bu durumda tüm dünyada zulüm gören her bir Müslüman için savaş ilan etmek gerekir ki bu da en azından günümüz İslam Dünyası gerçekleri doğrultusunda biraz aşırı bir beklenti olmaktadır.

    Peki bütün bu gerçeklere rağmen Kudüs'te sahnelenen nedir? İran'ın Arap muhalifliği, İslam Dünyası liderliğine olan düşkünlüğü; Filistinlilerin Vatan Müdaafası, Arapların tuzu kuruluğu, Türklerin aldatılmışlığı ve naif İslam Dünyası liderliği umutları, Neoconların Armagedon umudu, İsrail'in "vaadedilmiş toprakları"na kavuşma arzusu ve tüm dünya önünde, semavi dinler önünde başrol oynama arzusu ve Batılıların nihayet içlerinden Yahudileri temizleyecek olma umutları... Tekrar soralım: Peki sizce böyle bir gündem içinde bir barış beklentisi ne kadar gerçekçi olur?

    Öteden beri İslam'ın (ya da bir başka açıdan muvahhidlerin, semavi din müntesiplerinin) teolojik sosyoloji ve teolojik diplomasi açısından gündemlerinin Sami ırkların gündemlerine indirgenmesini incelenmesi gereken, hatta yer yer komplo teorisi kıvamında ürpertici gelen bir iddia olarak aklımda evirir çeviririm. Daha pratik olarak şöyle bir soru beni mekansal olarak Ortadoğu eksenli kıyamet, armageddon, hesap günü, arafat meydanı (...) açıklamalarından soğutmaktadır: Ortadoğu bu kadar dini olarak herşeyin merkeziyken, Çin'in mesela bu odakta yer bulamayan o devasa büyüklüğünü ne yapmalı? Yani Ortadoğu dini birçok olayın sahnesi olacakken Çin neden o cesametine göre bir hiç öneminde kalmaktadır? Giderek, Çin bizim günümüz dünyasının en önemli aktörlerinden biri olmuşken neden Sami dinlerinde o önemi görememekteyiz; Çinde de bi armageddon savaşı filan ya da Arafat meydanı kurulmayacak olsa da yine de bir Mesih'in ilk ineceği yer neden olmasın ki? Ya da koca Amerika kıtası o cesameti ve siyasi ağırlığıyla bu eskatolojide en azından bir yorumla dahi yer alma umudu taşısa olmaz mıydı? Bu soruları öylesine, kopuk, zıpır sorular olarak aklıma getirmiş değilim, aksine yukarıda girizgahını yapmaya çalıştığım çerçevede şöyle bir düşüncenin delillendirmesi olarak sormaktayım: Tek Tanrı kendini sadece Ortadoğu'da mı zuhur ettirmektedir? Ya da öyle olmadığı halde Sami ırkların bu başrol çabası aslında din kılıfına bürünmüş bir kültürel emperyalizm amacı mı gütmektedir? Yani neden Ortadoğu'da bir sürü önemli şeyin olup biteceğine Müslümanlığın, muvahhitliğin gereği olarak inanmak zorundayız? Ortaasyada da mesela, muvahhitliğin bir gereği olarak önemli bir dini olgunun tezahürünü neden bekleyemiyoruz? Dini dünya hep Sami ırkların etrafında mı dönmek zorunda? Giderek şunu da sorar, sormazsak kabullenir hale gelmemiz gerekmez mi: Yoksa biz gerçekten de İsrail kavminin İsrail Tanrısıyla olan ilişkisinde sahneyi dolduran figüranlardan mı ibaretiz? Onlar seçilmiş kavim, biz ise onların marabalarımıyız?

Kusura bakmayın ben bu fikri reddediyorum. Dünya İsrail ülkesinden, Arap ülkesinden ibaret değildir. Her ikisi de kültürel olarak son derece dar kapsamlı dünyalarında Tek Tanrıcılığı anlamlandırmaya çalışmışlar ve sahneyi de kapılarının önünden uzağa kurmaya üşenmişler diye aslolan onlar, kalan herkes 'olmasa da olur' seviyesinde varlıklar değiliz. Aksine Tek Tanrıcılığın tam da kendine yakışır şekilde yaptığı üzere merkezi, herhangi bir insanı ve insan grubundan alıp onu asıl sahibine yani Tanrı'ya teslim etmektir aslolan. "Arabın Aceme üstünlüğü yoktur". Bunun gibi onlarca ifade merkeze Arabı değil Allah'ı yerleştirmektedir. Allah'ın herhangi bir kulu olan Arap'ın, İsrailoğlu'nun ırk olarak bir üstünlüğü olmadığı gibi mekansal olarak da -bir denk geliş haricinde- üstün mekanların sahipleri, sakinleri değillerdir. Dolayısıyla bu mekanlar etrafında bir ibadetmiş gibi taraftarlık yapmaktan vazgeçmek gerekir.

İstisnadan bahsetmiştim: Mekke. Şurası bir gerçek ki bazı mekanların onlara anlam atfeden zihinlerden bağımsız olarak anlam yüklülüğü bir vakadır. Mekke de böyle bir mekandır. Diğer taraftan İslam'ın kültürlere ve ırklara yaklaşımını da bir ayet üzerinden hatırlamıştık zaten. Bu durumda Arabın aceme bir üstünlüğü yok iken, ayrıca bugünkü İslam da Peygamberin tebliğ yaptığı toplumun çok ötesinde bir toplumsal zemine kavuşmuşken; yani Arap aklını, kültürünü, toprağını (...) her anlamda aşmışken Mekke'nin hala Arap kontrolünde kalması ister istemez Arabın da, Türkün de, Farisinin de (...) aklını karıştırmaktadır. Mesaj, üstünlüğü reddederken, Arap reisi Amerikan başkanıyla dünyayı paylaşma pozu kesebilmektedir. Ya da bir başka Arap şehrini (Kudüs) savunmayı neredeyse dinin temel meselesi, İslami teolojik diplomasinin çapası haline getirmektedir. Bu nedenle Mekke artık küreselleşmiş İslam'a yakışır bir şekilde küresel bir müslüman organizasyonunun merkezi olmalı, bu organizasyon tarafından idare edilmelidir. Çünkü ancak böyle "Arabın Aceme üstün olmadığı" mesajı layığınca gerçeğe dökülmüş olur.

Bu tür yeniden yorumlamalar eşliğinde kök mesajlarına dönen bir İslam dünyası sadece Arapların değil sıkıntı içindeki her müslümanın derdini çözmek için doğru aksiyonları alabilecek hale gelir. Bu da dozunda şiddetle barışı mümkün kılar. Aksi halde gittikçe büyüyen bu şiddet sarmalı, ateş tornadosu bütün insanlığı saran bir maşeri yangına neden olur.

Ne Düşünüyorsunuz Bu Konuda:

Daha yeni Daha eski