İstanbul Sözleşmesini, Feminizmi ve modernizmi eleştirsem de kadının bir takım haklarının teslim edilmesi gerektiğinin de farkındayım. Yalnız bu noktada halihazırdaki ezberlerden ve propagandalardan biraz daha farklı düşünebilmek gerekiyor. Çünkü gelenekle (din ve töre) görenek (modernleşme, postmodernizm) arasındaki gerilime maruz kalmış bir toplumsal hayat varken aile kurumunun da bu gerilimden tamamen uzak tutulabileceğini düşünmek saflık olur; diğer taraftan geleneğin sağlıklı bir dönüşümü yerine modernizme tamamen teslim olmak da sorunların çözümü olmayacaktır. Bu da geleneğin gücünü görmeyen modern bir saflık olur. Dolayısıyla ne modern ne de klasik söylemler güncel kadına bir huzur vermeyecek bence.
Bu çerçevede kutunun dışında düşünebilmek sanırım bazı kavramları bir kenara bırakmakla mümkün olacak. Örneğin kadın erkek eşitliği. Kadın için de erkek için de oy hakkı, ekonomik girişim hakkı gibi bir takım temel hak ve sorumluluklarda bir eşitlik görmek olağandır; bunu kadın erkek eşitliği olarak ifade etmek yanlıştır. Bu aslen insanlar arası eşitlik ideali ile temellendirilmelidir. Buna kimsenin itirazı olmaz sanırım. Ancak nasıl ki bir Afrikalı'nın bir Avrupalıyla eşitliğini onların tüm kültürel kodlarda aynı şekilde tanımlanmış haklara sahip olmaları gibi bir kültürel aynılaşma ve tabiiki emperyalizm olarak görmemek gerekiyorsa aynı şekilde Avrupalı bir kadının haklarını Afrikalı bir kadının haklarıyla bir görmek de hata olur. Böyle bir eşitlenme görünürde insanlar arası bir eşitlik sağlamaktadır ama açıktır ki eşitlenilen zemin Avrupalı'nın "kadın" zeminidir. Avrupalı kadın "kadın" idesi midir? Kültür sadece Avrupalı'nın kültürü olunca mı doğru, haklı, geçerlidir?
Yaşanagelen bazı sorunlar ve bunlar karşısında kadınların bazı haklı taleplerine kulak tıkamak anlamsızdır. Üstelik seviyeyi gittikçe düşüren Batı kültürü karşısında kendi kültürünün kadınlarını eli kolu bağlı savunmasız bir şekilde tutan değerleri hiç yeniden düşünmeden olduğu gibi devam ettirmek de haksızlıktır. "Faiz kavramının yorumunun yorumunu dahi yapanlar kadınlar hakkındaki değerleri bir kere daha yorumlamaktan bu kadar uzak" kalmamalıdırlar.
Kadınla erkeğin eşitliği, evet kavramsal olarak yabancısı olduğumuz ve kolay kolay da bir aşinalık geliştiremediğimiz bir hali ifade eder. Ancak bunun karşısında kadının, haklarını dilediğince kullanabileceği töreli ve dini gelenek zeminini de elinden almamak gerekir.
Bu tür bir eleştiri çeşitli zeminlerde ve kavramlar etrafında defaatle yapılır. Ancak bu eleştirilerin sorunlarından birisi Batılı kültür emperyalizmi karşısında bağlıları tarafından sahipsiz bırakılması olduğu kadar, kültürel bu saldırı karşısında fikrin bağlılarını savunacak pratikler geliştirememesidir. İşte bu yazının konuya yaklaşımı daha çok bu çerçeveden olacaktır.
Örneğin evliliklerin köşe taşlarından olan çocukların durumları... Kadın modern anlamda hem ailenin geçimine aktif olarak katılmaktadır hem de geleneksel sorumluluklarından olan çocuğun bakımından da uzak duramamaktadır. Erkek töreli geleneğine dayanarak çocuğun sorumluluğundan olabildiğince sıyrılmış bir hayatın keyfini yaşarken tabii ki geleneksel aile yapısına vurgu yapar. Ancak aynı erkek evin geçimine Kapitalist kuruluşlarda çalışarak aktif olarak katılan bir kadının gelirinden faydalanırken modern olmakta hiçte bir beis görmez. Bu durumda bir kadın da neden aynı şekilde insafsız bir taksimle gelenekten de işine gelen hakları ve sorumlulukları alıp, modern yapılardan da işine gelenleri almasın. Peki her iki taraf da böyle insafsızken insafsızlığa kim maruz kalmış olur; çocuklar ve aile kurumu. Maalesef, kadın böyleyken, erkek böyleyken olan aile kurumuna ve çocuğa olmaktadır. Çözüm ise işte yine bir kutu dışını düşünme örneğinden gelir: Kadın zaten çocuğuyla kurduğu ve daha hamilelikle başlayan bir kopmaz bağa sahipken erkeğin de bu bağlılık seviyesine kanunla yaklaştırılması gerekir. Bu ise çocuğun yasal sorumluluğunu tamamen erkeğe bırakarak olur. Elbette bu düzenlemede bir alt ve üst sınır çerçevesinde annenin hakları da yer almalıdır. Mesela her durumda annenin çocukla birlikte geçireceği süre yılda 2 aydan az, 6 aydan fazla olmaz, ancak annenin isteğine göre belirlenir, şeklinde bir düzenleme ile hem çocuğun hem de annenin hakları korunabilir. Ancak anne nasıl karar verirse versin çocuğun gündelik bakımı hatta anne sütü ihtiyacı dahi babanın çözmesi gereken bir sorun olmalıdır. Anne burada belki töre tarafından belirlenen çerçeveye göre çocuktan kopmuş gibi görünse de anne ve çocuk arasındaki bağın kolay kolay kopmayacağı dikkate alınınca bu görüntünün doğru olmadığı anlaşılır. Bu düzenlemenin asıl faydası olarak ise annenin bir kaybının olmasından çok faydasının olmasından bahsedebiliriz. Çünkü kadın hayatına dair bir takım kararlar alırken en azından çocuğun geçimi gibi ağır bir yükten de nispeten sıyrılmış olur. Üstelik bu düzenleme din açısından da son derece yerinde bir uygulamadır. Dolayısıyla bu uygulama kadının Batı göreneği ve dini gelenek tanımları doğrultusunda töreli geleneği nispeten törpüleyerek bir miktar rahatlatacak bir uygulama olur.
Çocuk meselesinin diğer ayağı olan erkek haklarında da bazı ölçülerin vicdanları rahatlatacak önlemlerle sabitlenmesi elzemdir. Örneğin doğumdan itibaren tüm geçim sorumluluğunu yükleneceği bir çocuğun kendinden olduğuna emin olsa bir baba muhtemelen birçok sorun daha en başta aile denkleminin dışına itilmiş olacaktır. Bunu sağlamak için devlet her doğumda annenin beyan ettiği baba ile çocuk arasında uyumu arayan bir DNA testi yapmalıdır. Bu her doğum için ve annenin beyanı esas alınarak yapılırsa ailenin ferdi olan tüm tarafların hakları oldukça etkili bir şekilde korunmuş olur. Bu sayede mesela çocuk annesinden babası hakkındaki bilgiyi daha kesin bir şekilde alma ve dolayısıyla ileride soyunu sağlıklı bir şekilde "nesep bağı"nı gözeterek devam ettirme hakkını saklayabilmiş olur. Anne ise ücretsiz ve her doğumda yapılan bu test sayesinde büyük tartışmalar yaşamadan zanları def etmiş olur. Elbette annenin babayı bildirmeme hakkı hala söz konusudur. Ancak bu durumda da erkeğin kendinden olmayan çocuğa babalık etmek zorunda bırakılmama hakkı korunsun diye annenin çocuktan tek ebeveyn olarak sorumlu olması yükümlülüğü söz konusu olacaktır. Bu yükümlülüğü kabullenmeyen ya da yerine getirebileceğinden şüphelenilen anneler hakkında ise devlet çocuğun haklarını korumak için çocuk evleri aracılığıyla müdahil olmalıdır.
Bu işleyiş o kadar yerli yerindedir ki hemen farkedilebileceği üzere doğurduğu çocuğun yükümlülükleriyle asla kendi başına bırakılmayan anne için kürtaj son derece gereksiz bir hal alır ve tam da olması gerektiği gibi canlılık, insan daha ilk andan itibaren toplumsal mekanizmalar tarafından desteklenir hale gelir.
Bu yazıda temel olarak bahsetmek istediğim bu konu olmasına rağmen sadece anma çerçevesinde kalıp bir iki başka örnek uygulama daha sunacağım: Kadınların da oldukça fazla katkıları olmasına rağmen kendi özgürlüklerine maliyetini farkedince tekrar değerlendireceklerinden emin olduğum şatafatlı evlilik töreni uygulamalarından da vazgeçmenin de kadına benzer bir katkısı olacağını düşünebiliriz. Olabildiğince basit tutulan bir evlilik töreni hem kadını idealize edilmiş bir evliliğin cesametinin altında ezilmekten kurtaracaktır hem de evlilikleri maddi yükünden sıyırıp daha sürdürülebilir ve sonlandırılabilir bir çerçeveye kavuşturacaktır.
Kadını evliliğin baskısı altında ezilmekten kurtaracak bir diğer düzenleme de nafaka konusunda yapılmalıdır. Halihazırdaki düzen kadının çalışma hayatına katılmasının oldukça zor olduğu zamanlardan kalma uygulamalara karşı geliştirilmiş bir tepkiye dayanır. Bu düzene göre kadın ve çocuğun nafakasını boşandıktan sonra dahi erkek ödemelidir. Elbette daha sözlü ifade edilirken dahi bir mantık hatasını sezebiliriz: Boşandıktan sonra iki insan arasında nasıl bir bağ kalabilir, ki erkek o bağ gereğince kadının geçiminden hala sorumlu tutulabilsin? Eğer sorumluluk devam ediyorsa o halde boşanma diye bir şey kanunen kabul edilmiyor demektir ki bu da katolik nikahı anlamına gelir. Oysa ne töreli gelenekte ne şeri gelenekte ne de modern göreneğin medeni hukukunda boşanma ayıp, günah, yasak değildir. O halde evlilikleri biten iki insanın boşanmanın ardından hala ekonomik bir ilişkiye mecbur tutulmaları son derece yersizdir. Bu durum tarafları sakatlar ve bireysel hayatlarını yaşamaktan alıkoyar. (Çocuğun geçiminin her durumda babanın sorumluluğuna bırakılması gerektiğini daha önce belirtmiştim.) Bu nedenle kadının hem töreli gelenek hem şeri gelenek doğrultusunda meydana gelen mihr hakkını yasal bir çerçeveye oturtup, boşanmayı tanımayan Katolik şeri geleneğin tarihsel devamı olan modern göreneğin nafaka uygulamasından bir an önce vazgeçmek gerekir. Böylece hem kadın hem erkek ölmüş evliliklerinin cesetlerini sürükleyerek sonraki bireysel hayatlarına ya da sonraki evliliklerine devam etmeye çalışmak zorunda kalmazlar. Mihrin belirlenmesinde ise her ne kadar kadının tam bir bağımsızlığından söz edebilirsek de üst sınırın evliliğin müstakbel kocasının ortalama gelir beklentisinin aşırı fazlası olması hayatın olağan akışına aykırı olacağından ve yine de o kadar yüksek bir beklentisi olan kadının eş seçimini gözden geçirmesinin daha mantıklı olacağından hareketle üst sınır için örneğin erkeğin güncel geliriyle 100 aylık sürede karşılayabileceği miktarın kanunla önerilmesi makul olacaktır.
Bunların haricinde genel olarak hem töreli hem şeri geleneğin gereğince evlilik süresince evin geçimi resmi geliriyle orantılı olacak şekilde erkeğin sorumluluğunda kabul edilmelidir. Kadın töreli ve şeri geleneğin sorumluluklarına halel getirmeden yeni görenekler gereğince bir takım ekonomik faaliyetlerde bulunmayı da seçerse -hiçbir şekilde mecbur tutulmadan yani- bu gelirini erkekle, ev bütçesiyle, çocukla paylaşmak zorunda da tutulmamalıdır. Bu sayede de kadının evliliğin sonlanmasıyla başlayacak bireysel bir yaşamı tasarlaması ve sürdürmesi oldukça kolaylaşacağından ve bu hak töreli ve şeri gelenekle ters düşülmeden talep edilebileceğinden kadın oldukça ayrıcalıklı bir pozisyona oldukça az bir maliyetle ulaşmış olacaktır.
Al- ver, fayda- maliyet dengesi bozulmadan ama bu dengeleri de sadece modern görenek çerçevesinde yorumlamadan başka haklar da bu şekilde yerli yerine oturtuldukça yaşam kalitesinin ailenin her bir ferdi için çok önemli oranda artacağını öngörebiliriz. Ancak modernist ezberlerle ya da töreli ve şeri geleneklere dinin nasları gibi sarılarak ne kadın umduğu huzura kavuşabilir ne de aile.
Yorum Gönder