Öncelikle sağlıklı bir siyasi yapının oluşabilmesi için seçim sistemini belirlemek gerektiği kanaatindeyim. Özetle diyebilirim ki 10 yıllık süreler için Cumhurbaşkanlığı hükümetleri, 3 yıllık süreler için TBMM seçimleri, sadece meclisin hukukçu vekilleri arasından Meclis ve Cumhurbaşkanı tarafından seçilen Yüksek Yargı üyeleriyle oluşturulacak üç ayaklı bir kamu otoritesi yapısını savunuyorum.(2 ayakla da mümkün olabilir)
Şer'i geleneğimizde sofradaki ekmek kırıntılarının herbirini toplamanın cennette bir huri ile mükafatlandırılacağının yer aldığı sanırım malumunuzdur. Bu mükafatın verdiği şevkle bir tanıdığımın sofradan kalkmadan önce parmak uçlarıyla bastıra bastıra her bir kırıntıyı nasıl bir özenle topladığı gözümün önüne gelir bazen. Bence siyasetçi için de her bir oy böyle özenle, şevkle toplanması gereken bir nimettir. Ancak seçim barajı uygulaması bu yaklaşımın tam aksini iddia eder: Barajı aşamayan hiçbir fikir dikkate değer değildir. Seçim barajı uygulaması, idarenin(yürütme), doğası gereği çok sesli, çok parçalı olması gereken meclise sıkı sıkıya bağlı olduğu bir yapıda (meclis hükümeti) çok sesliliğin kaotik yansımaları nedeniyle kilitlenmesini engellemeyi amaçlar. Ancak kaosu engellemek isterken duyulması gereken kimi sesleri de bastırmış olur. Dolayısıyla baraj çoğu durumda amacını aşan sonuçlara neden olur. Oysa güçlü ve bağımsız bir başkanlık hükümeti sisteminde, vekil seçiminde baraj tamamen gereksiz hatta çok zararlıdır. Çünkü bu sistemde başkanı meclis seçmez halk seçer; dolayısıyla meclisin parçalı yapısı hükümetin tayininde bir soruna neden olmaz. Diğer taraftan fazlasıyla güçlü bir başkanın meclisi de partisi aracılığıyla tamamen kontrol altında tutması da uygun değildir. Halihazırdaki sistemimizde olan da budur. Peki bu gerilim nasıl çözülür?
Bi kere şu gerçeği bir tespit edelim: Hakim Batılı sistem çerçevesinde tarihsel olarak monarşilerin hemen ardından gelen cumhuriyetlerin veya anayasal monarşilerin hakim olduğu bir siyasi iklimde yaşıyoruz. Monarşiden cumhuriyete geçişi bizim gibi çok sert bir şekilde yaşayan ülkelerin tamamında yönetimler, koalisyon hükümetlerinin bitmek bilmez tartışmaları arasında son derece kısır sonuçlar üretmektedir. Çünkü monarşilerde -beğenelim, beğenmeyelim- monark (padişah) yönetim hakkına doğuştan veya "Tanrısal onay"la sahiptir. Aristokratların, oligarkların... restorasyon girişimleri haricinde monarkın bu hakkı pek tartışma konusu olmaz. Bu nedenle monarşilerde sorun hemen hemen hiç yetki yani sistem sorunu olmaz, değer sistemi ve teknik yetkinlik sorunu olur. Halkın kahir ekseriyeti monarkı tartışma ihtiyacı duymaz. Oysa monarşilerden hızla "halkın kendi kendini yönetmesi" ilkeli bir sisteme (cumhuriyet) geçilmesi yöneticiyi bir anda tüm eleştirilerin, tartışmaların odağına yerleştirir. Çünkü oy verilenin yönetici olabilmesi eşitlik, halktan olma vb gibi ilkeler sayesinde mümkün oluyorsa neden "sıradan vatandaş"da onun gibi yönetici olmak varken siyasi etkinliğini oy vermeyle sınırlı görsün ki? Artık yönetici olmanın başat kriteri doğuştan hak sahibi olma ve/veya Tanrının yeryüzündeki temsilcisi olma, yerini halktan biri olmaya bırakınca yöneticiye tabiiyet eskiye nazaran pamuk ipliğine bağlı hale gelir. Bu ise monarşiye göre daha gevşek bir toplumsal, idari düzen demektir. Bu nedenledir ki genç cumhuriyetlerin tamamı sürekli yenilenen seçimler, değişen kabineler nedeniyle hiç bir zaman yönetime tam hakim olamayan iktidarlarla yönetilmeye çalışılmıştır. Daha da ötesi bu durum giderek bir sistem olarak yerleşip kabul görmüştür. Bu işleyişin kabulünü sağlayan ise bürokrasinin mecburi ve/veya kurnazca işgüzarlığıdır. Bu nedenle ben modern dönemin hiçbir devletini demokrasi kelimesi ile nitelemem: Onlar Bürokrasi rejimi ile yönetilirler çünkü. Siyaset Bilimi'nde geleneksel olarak Bürokrasinin rejim olarak anılmadığını bilirim ama Demokrasi perdesi arkasında devleti yönetmesinden dolayı Bürokrasiyi rejim olarak görmekte bir sorun görmem. Türkiye'de de böyle değil midir? Aylar hatta günlerle ölçülen görev sürelerinde bakanların bakanlık teşkilatlarına, görev sahalarına hakim olmaları ne kadar mümkün olabilir? Peki yıllarca aynı bakanlıkta çeşitli kademelerde görev yapmış örneğin bir müsteşarın sahip olduğu bilgiyi, yetkiyi, tecrübeyi, otoriteyi bu toy bakanlarla ne kadar paylaşmasını beklersiniz?
Bakın kategorik olarak bürokrasi ile bir sorunumuz olmaz bizim, olmamalı. Çünkü Türk Bürokrasisi ta Ulu Vezir Nizamülmülk hatta Göktürk Anıtlarında başlı başına bir anıtla yer alan Tonyukuk gibi örneklerde görülebileceği gibi devletin yönetiminde kadim zamanlardan beri ciddi bir ağırlığa ve olumlu etkilere sahiptir. Ancak sonuçta devletin başı olmak farklı birşeydir devlet yönetimine kayda değer katkılarda bulunmak farklı bir şeydir. Geçmişte beyler, seçkinler arası güç mücadelesinde bürokratların saf tutma ve yer kapma çabası belki bir noktaya kadar olağan görülebilirdi ve halka asıl zararı veren tartışmalar onların bu çabaları olmayabilirdi ama artık devlet milletindir; dolayısıyla yönetim üzerinde söz sahibi olma çabaları beylerden birine değil tüm millete fatura edilmektedir. Bu nedenle Bürokrasiye teslim edilmiş bir yönetim kabul edilemez; en azından adı Demokrasi olan bir rejimde, bir cumhuriyette kabul edilemez. Dolayısıyla Bürokrasi karşısında millet iradesinin gerçek temsilini görmeyi de sağlayan bir sisteme ihtiyacımız olduğunu tespit edelim.
İktidarı Bürokrasi'den kurtarıp gerçekten seçimle gelen, milletin temsilcilerine teslim etmek için yöneticiyi, yani hükümeti bi kaç aylık, bi kaç yıllık süre sınırlarından da kurtarmak gerekir. Çünkü ancak bu nispeten uzun zaman zarfında siyasetçi de en az bi kaç bürokratı kadar faaliyet alanının sınırlarına, işlerin işleyiş tarzına hakim olabilir. Halihazırda Türkiye'de bu süre 5 yıldır. Ülkenin meclis hükümetleri ile yönetildiği dönemlerde gördük ki bir çok hükümet bu süreyi tamamlayamadığı gibi bazı bakanlıklar daha da kötü performanslar sergilediler. Zannımca 20 yıllık Ak Parti iktidarının sağladığı süreklilik perdelediği için şu anda pek o sorunu göremiyoruz ama aslında halihazırdaki Cumhurbaşkanlığı hükümeti sisteminde de aynı sorun söz konusudur. Çünkü Türkiye'de uygulanan bu sistemle çözülen sadece çok başlılık, meclis aritmetiğinin yürütmeyi kilitlemesi sorunuydu, süre sorunu değil. Erdoğan bu sorunun muhtemelen farkındadır ancak yasama, yürütme, yargı üzerindeki otoritesi o kadar genişledi ki bir de süre sorununu çözmesi onu gerçek anlamda bir tek adam olarak ilan ederdi. Bunu da seçim yasalarıyla sürekli oynayıp sayacı sıfırlayarak çözdü. Onun açısından işe yaradı ama ülkenin bu konudaki sorunu çözüldü mü, hayır. Kendisinden sonraki Cumhurbaşkanı ve bakanlar yine bürokrasinin insafına kalmış acemiler olarak görev sürelerini tamamlayacaklardır.
Monarşiden Cumhuriyete geçişle birlikte zuhur eden ve bunca zaman geçmesine rağmen hala çözemediğimiz bir başka sorun ise (ilki meşruiyetin kaynağı sorunuydu) süre sorunudur. Monarkın kaydı hayat şartıyla devam eden iktidarı genellikle günümüz Cumhuriyet hükümetlerinden daha uzun sürmekteydi. Bu da hem bazı projelerin bi kaç ayağıyla birlikte hayata geçirilmesine hem de zamanla ortaya çıkan aksaklıkların, geliştiren zihin daha iş başındayken genel yapıya uygun bir şekilde giderilmesine imkan sağlardı. Elbette olumsuz örnekler hep vardır ancak bunlar kamu hizmetlerinin süreklilik ve tutarlılık ihtiyacını tartışmaya açmaya yetmez. Kontrollü bir uzun süre en ideal olandır.
Şurası bir gerçek ki bu avantajlarına rağmen Monarşilerin olageldikleri gibi devam etme imkanları yoktu. Bir dönüşüm kaçınılmazdı; ekonomik yapı, demografik yapı, toplumsal dinamikler, dini kültürel altyapı değişmişken siyasi yapının bu dalgaya direnmesi mümkün olamazdı. Ancak günümüzde özellikle Avrupa'da çoğu ülke bu dönüşümü daha olması gerektiği gibi, tedricen, uyum için gerekli aşamaları atlamadan yönetti ve yaşadı. Maalesef Türkiye bu konuda en kötü dönüşüm örneklerinden birinden geçti. Öncelikle Anayasal Monarşi gibi bir 'küvez' ile geçiş sürecinin yönetilmesi gerekirdi. Toplumun her seviyesiyle bu dönüşüme uyum göstermesiyle birlikte belki günümüzde Cumhuriyet'e tam dönüşüm daha makul olurdu. Ancak maalesef Türkiye devrim yoluyla ilerledi ve yeni dalgaya yeterince uyum gösteremedi. İçsel dinamiklerle üretilmemiş dolayısıyla tamamen ithal edilmek zorunda kalınmış kurumlar, yasalar, uygulamalar, görmezden gelinmiş olan ve yaşanan krizlerle hala varlığını hissettiren uyum süreci ihtiyacının gereğince örtülü olarak dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Ancak sadece yürütme için iki sorunda ortaya koymaya çalıştığım üzere bazı sorunlara şimdiye kadar daha içsel dinamiklerle bir çözüm bulunabilmiş değildir.
Konumuz hayat gibi oylumlu olduğunda iki boyutlu bu yazıya ancak böyle "dağınık"mış gibi görünen bir sıralamada yansıyabilmektedir. Şimdi tekrar süre sorununa dönersek şunu söyleyebilirim ki: Bu çerçevede Cumhurbaşkanlığı için ideal süre bence 10 yıldır. Çünkü daha sonra da bahsedeceğim üzere bu süre hem meclis seçimleriyle olabildiğince az çakışmayı sağlamalı hem orta vadeli bir kaç projeyi, programı uygulamaya geçirip, sonucunu az çok alacak kadar da uzun bir süre olmalıdır. Eğer memnun olunan bir Cumhurbaşkanı varsa ona yeterli hareket alanı oluşturacak kadar uzun bir süre olmalıdır. Ayrıca eğitim sektörü gibi bazı sektörlerde yapılan düzenlemelerin nerelere gittiğini görebilmek için aslında 10 yıl dahi yetmez ama yetinmeye çalışmak gerekir. En fazla 2 dönem seçilebilme kuralıyla birlikte bu süre 20 yıla çıkabileceğinden başarılı hükümetler için gerçekten kayda değer bir zaman aralığı tanımlanmış olur. Başarısızlık durumunda ise Cumhurbaşkanının görev süresi içinde birlikte çalışacağı bir kaç farklı, bağımsız ve güçlü meclis ile denetlenebileceği, tahammül edilemez hale gelince yasama ve yargı marifetiyle görevinin sona erdirilebileceği bir işleyiş ile bu uzun sürenin dezavantajları kontrol altına alınabilir. En önemlisi ise her 3-5 yılda bir tartışmaya açılan ve henüz zihinlerde monarkla eş bir makam olarak görülmesine rağmen, daha az tabiiyet hissedilen Devlet Başkanlığı (Cumhurbaşkanlığı) makamının en azından muhtaç olunan uyum sürecinde daha güçlü, daha ikna edici, monark benzeri bir etkinliğe kavuşturulmasını sağlayacaktır. Bu süreçte meclis de hala faaliyette olacağından Anayasal Monarşinin kısmen de olsa taklidi mümkün olabilecektir. Bu şekilde geçirilen yeterince uzun bir dönemin ardından kendiliğinden, içsel dinamiklerle kurumsallaşma, yasalaşma, pratikleşme sağlanabilir ve halkın gerçekten kendi kendini yönettiği bir sisteme kavuşulabilir. Hasılı uzun Cumhurbaşkanlığı süresi ile 'küvez' ortamı taklit edilebilir.
İktidarın Yürütme ayağı için özet olarak Cumhurbaşkanlığı sistemi elzemdir ve hizmet süresinin 10 yıla çıkarılması son derece faydalı olacaktır diyebilirim.
Meclis ayağında ise, güçlü Cumhurbaşkanı karşısında olabildiğince parti, lider sultasından kurtarılmış, millete ram olmuş, gücünü sermayden, partiden, liderinden... değil oy verenden alan bir vekil profili için bazı düzenlemeler yapılması gerekmektedir. Öncelikle Cumhurbaşkanlığının aksine Meclis çok sesliliğin alabildiğine yaşandığı bir ortama sahip olmalıdır. Milletin, sokağın gündemi en geç bi kaç yıl içinde TBMM'de de gündem olabilmelidir. Üstelik bu, kamuoyu yoklama şirketleri, siyasilerin "meydanın nabzını yoklamaları" gibi dolaylı yollarla değil, doğrudan milletin içinden çıkmış ve sık sık yenilenen temsilciler, dolayısıyla bizatihi milletin eliyle olmalıdır. Bu nedenle 3 yıllık seçim süresi ideal olur (2 yıl çok kısa, 4-5 yıl milletvekilliğinin geçim kaynağı, meslek olmasına neden olabilir). Bu sayede örneğin ülkenin enerji ihtiyacı için yasal altyapı ile HES'ler aynı dönemde veya en fazla bir dönem arayla farklı temsilciler vasıtasıyla tartışılıp bir çözüme varılabilir.
Millletvekilliği seçimlerine katılmak isteyen bir aday herhangi bir parti tarafından değil kendi kararıyla aday adaylığını açıklayabilmelidir. Bir vatandaş MV aday adaylığını açıklarken YSK'ya desteklediği partiyi de bildirmelidir. Bu uygulama sayesinde siyasi partilerin aday gösterdiği ve tekrar seçilmek için partiye göbekten bağlı MVler yerine milletten kendi oyunu kendisi almış dolayısıyla da bağlılığı millete olan MVler mecliste yer alacaktır.
Topladığı =~1000 imza ile aday halini alacak aday adayının imzayla aday gösterilmesi uygulaması sayesinde hem seçmen kitlesi ile tanışıklığı daha artırılmış hem de oy pusulasının aşırı uzamasının önüne geçilmiş olunur.
|
Erzurum Havuzbaşı Meclis Rölyefi Foto:Fatih Özdemir |
En ideali istatistiksel ve sosyolojik olarak uygun bir rakamın araştırılarak bulunması olsa da şimdilik 600 sayısı ile devam edersek ortalama 137 bin kişiye bir vekil düştüğü göz önüne alınırsa her bir adayın seçimi için yetmeyen veya fazla gelen her oy Milli Bakiye Sistemi gereğince bir havuzda toplanacak, bu havuz partilere Türkiye Milletvekilliği tayini için kullanılacaktır.
Örneğin Erzurum seçim çevresinde aday adaylığını açıklayan bir vatandaş bu esnada destekleyeceği parti olarak AK Partiyi bildirmiş olsun. Seçim çevresindeki potansiyel seçmenlerini ikna ederek 1000 imza toplamış olsun. Böylece bu aday adayı MV adayına dönüşmüş ve oy pusulasında yerini almış olsun. 10 adaylı bir oy pusulasından bu aday 400bin, diğer 9 aday ise ortalama 10bin oy almış olsunlar. Bu durumda bu aday Erzurum'dan seçilen tek MV olurken kalan (400bin-137bin=263bin oy) Ak Parti hanesine kaydedilir. Aynı şekilde 10ar bin oy alan ve seçilemeyen diğer adayların aldıkları oylar da tamamen desteklediklerini bildirdikleri partilere aktarılır. Bu şekilde oluşan toplam bakiye yine her 137 bin oya bir MV olacak şekilde partilere Türkiye Milletvekilleri olarak dağıtılır. Böylece her oy zayi edilmeden ya doğrudan desteklenen MVnin hesabına ya da MV üzerinden desteklenen partinin hesabına kaydedilmiş olur. Bu ise millet iradesinin eksiksiz bir şekilde temsilini sağlayacaktır. Daha ötesinde Erzurum Milletvekilinin kendisine verilen fazla oylar sayesinde Ak Parti'ye 2 milletvekili daha kazandırmış olması onun parti içindeki ağırlığını artıracak, böylece partiye mecbur olan bir vekil profili yerine partinin kendisine mecbur olduğu bir vekil olarak etkisini artırmış olacaktır.
Biraz da sistemin sair özelliklerinden bahsederek toparlayayım konuyu: Her vekil 2 (Milletvekilliği mesleğe dönüşmesin diye) veya 3 (vekiller arasından potansiyel bir Cumhurbaşkanı adayı çıkabilsin diye) kez seçilebilmelidir. Vekillere iyi bir maaş ve iyi bir lojman haricinde hiçbir mali, sosyal hak verilmemelidir.
Vekillerin oylayacakları konular hakkında sağlıklı bir kanaat geliştirebilmeleri için: 1) Türkiye Vekilleri her alandan kanaat önderliği yapabilecek kişilerden seçilerek hem milletin hem yerel vekillerin kanaat oluşturmalarına yardımcı olabilirler. 2) Meclis bünyesinde sürekli her bir başlık için kritik noktaların açıklandığı konferanslar, seminerler, eğitimler düzenlenmelidir. 3) Yürütme (bakanlıklar) her kanun tekliflerini sunma aşamasında talep edildiği sürece bilgilendirme toplantıları, eğitimler düzenleyeceklerdir. 4) 24 saat yayın yapacak Meclis TV'de sadece Genel Kurul değil diğer hazırlıklar, eğitimler de verilecektir. 5) İsteyen her vatandaş için Meclis Uygulaması üzerinden ister doğrudan (mesajlar) ister istatistiki olarak (anketler) vasıtasıyla görüşülen konular hakkında Meclise ve Vekillere fikrini bildirmesi imkanı sağlanacaktır. Her parti bir hukukçu milletvekilleri kotasını doldurmak zorundadır. Çünkü yüksek yargı üyeleri sadece bu vekiller arasından Meclis ve Cumhurbaşkanı tarafından atanacaklardır. Bu sayede Millet adına karar verdiği halde siyasi hiçbir sorumlu olmayan bu erkin de en azından bir nebze de olsa seçim süreci ile bir onaydan geçmesi sağlanmış olacaktır. Bu uygulama başka alanlar için de geçerli olabilir (üst kurullar için). 6) Parti politika metinleri ve duyuruları (grup kararı değil) yerel vekillerin karar vermeleri için yardımcı olacak şekilde yeterince açıklayıcı hazırlanacaktır.
Detaylara dair daha söylenebilecek çok şey varsa da şimdilik ana çerçeve ile yetinmek uygun görünmekte. Umarım doğru ifadeler ve anlamlı özetlerle konuyu uygun bir şekilde açıklayabilmişimdir.
Eleştirinizi veya onayınızı bildirmekten çekinmeyin lütfen.
Yorum Gönder