Uygarlık bir umuttur: Diğer insanlarla ve doğayla iç içe ve güzel bir şekilde yaşanabileceğine dair… İnsan, bu umudunu gerçeğe dönüştürmek için eşyayı nasıl kullanabileceğine yönelik bir takım teknik bilgilere ihtiyaç duyduğu gibi yaşanabilirliği yüksek bir çevrede yaşamaya devam edebilmek için
sorun olarak gördüğü ve çözüm olarak kullandığı eşyaya en az zararı nasıl vereceğini bildiren değerlere de ihtiyaç duyar. Kendi varlığı dahil, varoluşa en az zararı vermeye dair bu bilgi, tıpkı teknik bilgi gibi ve onunla birlikte, kümülatif bir şekilde gelişir ve daha bireysel bağlamda bir takım etik, estetik
ve epistemolojik değerler; belli bir zaman ve mekanda yaşayan toplumlar bağlamında kültür; kültürün kristalize olduğu, çok sayıda insanı birbiriyle ilişkili olarak selamet içinde ve mamur bir ortamda yaşatabildiği ölçüde medeniyet; dünya ölçeğinde, insanlığın ve canlılığın tüm serencamıyla olan
ilişkisi bağlamında ise uygarlık halini alır.
İnsan yapıp etmeleriyle tarih ırmağında akışa kapılmış ilerlerken, civarında ve hayat dediği kendi zamanında olup bitenlerden resmin geneli hakkında sürekli çıkarımlarda bulunmaya çalışır. Doğal olarak bu çıkarımlara, varsayımlara ve kabullere bağlı sınırlı bilgi, insanın kurguladığı açıklamaların en zayıf noktasıdır. Zaman, insan ömründe algılanabilecek kadar kısa veya uygarlıklar bağlamında anlaşılabilecek kadar uzun vadelerde insanın bu açıklamalarını sürekli test eder. Bu yüzden bir açıklama ne kadar temel seviyede ve ne kadar evrensel bir gerçeği konu alıyorsa zaman ve mekandaki değişiklikler nedeniyle tartışılması ve yeni zamana ve mekâna uyarlanması, giderek artan bir şekilde, o kadar elzem olur. Bu nedenle bu kavramlar arasındaki ilişkiler de yeniden ele alınmalı ve geçmişin birikimiyle ve öngörülebilir bir gelecek tahmini ve umuduyla ilişkili olarak yeniden kurulmalıdır. Bu da uygarlık kavramına, bu tez bağlamında tespit ve teklif edilen anlamıyla, olan ihtiyacı açıklar.
Bugün, medeniyetin literal ve etimolojik anlamından taşan durum için bir yeni uygarlık tanımına ihtiyaç olduğu ortadadır. Bunun nedenlerinin başında, Toynbee’nin Bagby’den naklettiği ve Giriş bölümünde de anılan tanıma göre “çoğunda ya da daha doğrusu çoğunluğunda, oturan insanların
yiyecek üretmekle uğraşmadığı barınaklar topluluğu” olan şehrin giderek değişmekte ve dönüşmekte olması vardır. Örneğin artık gıda da şehirde endüstriyel olarak üretilen bir üründür. Bu nedenle, geçinmek için toprağa bağlı çalışan ve bunun için kırda yaşaması gereken insanların yerini, iyi
eğitimli, üst gelir grubundan ancak geçinmek için toplu bir çalışma ortamında çalışmaya ihtiyaç duymayan ve bu nedenle şehirde yaşamak zorunda kalmayan insanlar alıyor gibi görünmektedir. Gelişen iletişim ve ulaşım imkânları sayesinde, şehirlerin hava, su, ses, görüntü ve çöp kirliliğine, trafik, güvenlik ve yalnızlık sorunlarına maruz kalmak istemeyen insanlar için kır, ideal yaşam ortamı halini almaktadır.
Üstelik bugünün ihtiyaç duyduğu bir medeniyet tanımıyla da yetinilmemesi gerekir. Çünkü görünen o ki yakın zamanda birçok alanda sadece otonom makinaların çalışmaları ile birçok hizmet görülür hale
gelecek. Böyle bir gelişmenin uzmanlıklar, iş tanımları ve çalışma şekilleri gibi şehirli olmanın temel girdileri üzerindeki etkilerini her boyutuyla öngörmek oldukça zordur ancak yaşam yeri tercihi açısından şehrin eski cazibesinden eser kalmayabilir.
Medeniyetin esasları hakkında yol gösterici tespitleri olan İbn-i Haldun’un bazı tespitlerinin günümüzde İnsanlığın ulaştığı teknik seviyeyi yeterince temellendiremediği de bir gerçektir. Örneğin “Çok büyük yapıları bir devletin tek başına inşa edemeyeceğine dair”[1] ifadelerle sınırlanmış bir
medeniyet algısı bugün devasa gökdelenleri bazı ulusların tek başlarına inşa ettikleri gerçeği karşısında yeterli gelmemektedir. Elbette hâlâ Uluslararası Uzay İstasyonu gibi ortak, uzun süreli ve büyük teknik inşalar söz konusudur. Ancak, teknik anlamda yeni bir zorluk seviyesine denk gelen dünya dışında bir
yapı inşa etmek de ancak uygarlık gibi yeni bir kültürel seviye ile karşılanabilir.
Ayrıca, teknik anlamda çıtayı yükseltmiş ancak değerler bağlamında dibe vurmuş bir şehirde yaşamak, literal anlamıyla hâlâ medeni olmak anlamına gelse de iyi bir yaşam anlamına gelmez. Bu nedenle
uygarlık kelimesinin denk düşeceği ve sadece teknik anlamda belli bir seviyeyi yakalamakla kalmamış, aynı zamanda birçok insanla birlikte aynı coğrafyada, aynı şehirde, aynı ülkede ve özellikle aynı dünyada bir arada ve iyi bir şekilde yaşamayı vurgulayacak değerler anlamında da yüksek bir seviyeye ulaşmış bir toplumu ifade edecek bir kavrama ihtiyaç vardır. Böylece uygar yaşam değerlerinin belirlenmesine olan ihtiyacın tespiti, bu değerlerin geliştirlmesi mümkün olacaktır..
Medeniyetin kökenindeki şehirlilik anlamı ve çağrışımları hâlâ geçerlidir. Bu durumda, medeniyeti, belli bir kültürün, insanın Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine göre daha üst düzeyde yer alan ihtiyaçlarına cevap verdiği odaklar, yani şehirler bağlamında ele almak daha uygun görünmektedir. Aynı kültürün yaşandığı ama kültürün en üst düzeyde çözümleriyle kendini sergilediği bu merkezlerin haricindeki yerler ise taşradır. Büyük taşraları olan şehirlerin ise bir noktadan sonra uygarlık ölçeğinde odaklar olduğunu söylemek mümkündür. Örneğin Osmanlı Devleti dönemindeki İstanbul için gıda ihtiyacı açısından daha yakın bir coğrafyayı taşra olarak görmek mümkündür. Ancak aynı şehir, giderek genişleyen bir sıralamada sağlık, eğitim, bilim, siyaset ve din bağlamlarında daha geniş bir taşranın odak noktasıydı. Dolayısıyla böyle bir İstanbul sadece medeniyet çerçevesine sığmaz denilebilir.
Modernizmle birlikte taşra, şehrin nimetlerinden daha çok yararlanmak için varoşlara taşınmaya başlamıştır. Gecekondulaşma olarak tanıdığımız bu dönemi nispeten bir standarda kavuşmuş, Postmodern zamanların varoşları alır. Yine de hala bu varoşların, büyükşehir sınırları dahilinde olmalarına rağmen, zaman zaman sakinlerini temel hizmetlerden dahi nasıl mahrum bırakabildiği herkesin malumudur. Her zaman bir merkez ve her zaman bir dış olacağı gerçeği bakidir. Bu nedenle de artık sadece şehirde yaşamayı veya şehirde iyi yaşamayı ifade eden bir medenilikle sınırlı kalmayan ve dışıyla içiçe geçmiş, sınırları bulanıklaşmış ve giderek bu çerçevede varoştan ibaret kalmış, dolayısıyla ve buna rağmen varoşu da gettoyu da üst bir standarda ulaştırabilen bir yaklaşıma denk düşmesi anlamında medeniyetin nefesinin tükendiği bu noktayı uygarlığın başladığı nokta olarak görmek gerekir.
Uygarlık kavramının bir de İnsanlığın üretmiş olduğu tüm kültür ürünlerinin belli bir değerler sistemi etrafında yorumlanması, değerlendirilmesi ve bu değerlendirmeler doğrultusunda bunların seçilip bir araya getirilmesi olarak da tanımlanması mümkündür. Burada bu değerlendirmelere esas referanslar kümesinin nasıl oluşturulduğu önem kazanır. Her iki dünya hakkında iyi, kötü, doğru, yanlış, güzel, çirkin şeklinde etik, epistemolojik ve estetik bağlamlarda en çok değerlendirmeye sahip olan sistemler dinlerdir. Dolayısıyla aynı dine inanan ancak farklı ülkelerde, farklı kültürel ortamlarda veya bir kısmı taşrada yaşayan insanlar aynı uygarlığın bir temsilcisi olurlar. Bunun yanında etnik kökene -daha uygun bir çerçeve olarak anadile- bağlı olarak töre de din gibi bir referans kümesidir. Dolayısıyla aynı töreye ve dinî geleneğe bağlı olarak yaşayan insanların da bu gelenekten neşet etmiş bir uygarlığın üyesi olduklarının kabulü, aynı şehirde yaşayıp yaşamamalarının önüne geçen bir kritere göre değerlendirilebilmelerini sağlar.
Konunun bir diğer yönü de bugüne kadar daha çok uluslararası siyasetle ilgili olarak gündeme gelmiş olsa da artık ekolojik, ekonomik, dinî, eskatolojik ve benzeri bağlamlarda da ele alınması gereken Küreselleşmedir. İnsanlık İsa’dan çok öncelerden beri küresel etkileri olan siyasî yapılar kurabilmesi nedeniyle, genellikle kültürel yapılarını da bu ölçekte siyasî yapılar için girdi kabul ederek bugünlere ulaşmıştır. Ancak artık küresel ısınmanın, küresel sonuçları olan doğal afetlerin, küresel ekonomik krizlerin ve küresel etkileri olan savaşların; yani doğal ve insanî sorunların, dünya ölçeğinde ele alınması gerektiği gerçeği ile yüzleşilmektedir. Havaya ve suya, hayvanlara ve bitkilere, virüslere ve
bakterilere, çöplere ve silahlara, paraya ve hırslara sınır çizilemediği anlaşılmıştır. Buna rağmen ortak akıldan hareketle dünya çapında bir arada yaşamaya yönelik değer geliştirilmesinden çok, Küreselleşme gibi siyasi inşaaların geliştirilmesine devam edilmektedir. Siyasetin de elbette değerler sistemiyle yakın ilişkisi vardır. Ancak kişisel veya dar kapsamlı grupların veya bazı etnik ve dini grupların çıkarlarını artık dünyalılaşmış tüm insanların havası, suyu, ekmeği hatta canı pahasına önceleyen böyle bir siyasetin değer sistemleriyle çokta bağı kalmadığı söylenebilir. Dolayısıyla Batı uygarlığının emperyal
hedeflerinin, maddeciliğinin, rasyonalitesinin, kültürel, dinî, bilimsel ve siyasî hegemonyasının temsili bir ifadesi olarak Küreselleşme yerine kültürlerin etkileşiminin, kutsalın, inancın, daha geniş bir bağlamda Akletmenin üzerine bina edilmiş uygarlıklardan bahsedilmesinin uygun olacağı değerlendirilmektedir. Bu bağlamda esasen “dalga” ifadesi etrafında ve değerlerden çok üretim ilişkileri gibi madde odaklı incelemelerle hakim kültür anlamında medeniyet (civilization) hakkında öngörüler geliştirmiş olsa da, bu tez çalışması kapsamında uygarlık için çizilmeye çalışan çerçeveye, Alvin Toffler’ın “yeni uygarlık” (civilization) öngörüsünde de işaret edilmektedir: “Bu yeni uygarlık eskisine meydan okurken, bürokrasileri devirecek, ulus devletlerinin rolünü sınırlayacak ve emperyalizm sonrası bir dünyada yarı bağımsız ekonomilerin oluşmasını sağlayacak. … Bu uygarlık, özgün bir dünya görüşüne, zaman, mekân ve mantığın ele alınışında kendine has tarza sahip olacak. … Üçüncü Dalga uygarlığı üreticiyle tüketici arasındaki tarihi engeli yıkacak ve yarının ekonomilerinde ‘üreten tüketici’lerin yaygınlaşmasını sağlayacak. Özellikle bu nedenle, tarihte görülmüş gerçekten ilk insan
uygarlığına dönüşmesi -bizden alacağı biraz akıl sayesinde- mümkündür”[2] Daha önce de değindiğim gibi Toffler’ın da Toynbee’ye benzer bir şekilde algıladığı anlaşılan bir tane uygarlık için çabalamak yerine bir tane olanın İnsanlık olduğunu kabul edip uygarlıkları onun bir cüzü olarak görmek ve diğer kültürleri de bu doğrultuda değerlendirmek daha kapsayıcı ve maksada daha uygun bir anlamlandırma olacaktır.
Konu yine biricik uygarlık kabulüne geldiğine göre kalan kısımda bu fikre sıkı sıkıya sarılmış Batı örneği üzerinden uygarlık kavramına olan ihtiyacımızı delillendirmek istiyorum. Batı’nın temel kavramlarından biri Kapitalizmdir. Bu çerçevede tespit edilmelidir ki madde odaklı bir kültürel inşanın, yine madde odaklı değerler üreteceği de beklenen bir gelişme olur. Bu gerçek kendini sadece
Kapitalizm olarak değil, Marksizm şeklinde de ortaya sermiştir. Modernleşmenin bu iki tezahüründen Kapitalizmin ne kadar madde odaklı bir sistem olduğu zaten malumdur. Ancak ilginç olan kısım, “Batı’nın vicdanı” olarak anılmasına rağmen Marksizmin de ekonomik altyapı üzerin inşa edilmiş bir kültür kabulünün olmasıdır.[3] Dolayısıyla Marksizmin Kuzey Avrupa, Modernizm, Küreselleşme, sömürgecilik vb. bağlamlardaki eleştirileri, Batı Uygarlığını, çok daha önceden karşılaşabileceği çöküş
ihtimallerinden koruyacak değerler geliştirmesini sağlayarak aslında desteklemiştir. Siyasî bir sistem inşa etmek için bulduğu nadir fırsatlardan Sovyetler Birliği uygulaması ise Rusya’nın modernleştirilmesinden, Ortaasya Türklerinin sömürgeleştirilmesinden[4] ve kültürel hegemonya altında ezilmelerinden öteye geçememiştir. Bir kanadını Kuzey Atlantiklilerin bir kanadını Slavların oluşturduğu Batı Uygarlığı’nın inşasına işçi ve azınlık hakları gibi değerler üreterek katkı yapmıştır. Elbette bugünkü dünyanın -olabildiği kadar- yaşanabilirliğine katkısı büyüktür ancak en son noktada
Marksizm Modernizmin, Batılılaşmanın, sömürgeciliğin ve Emperyalizmin bir diğer adıdır[5]; bir “Batı” var oldukça “vicdan”ı da var olabilir.
Dünya kültürleri daha Kuzey Avrupa göreneği ile olan gerilimlerini gideremeden, AvroAmerika göreneği (Postmodernizm) ile yeni bir gerilim odağı daha oluşmuş görünmektedir. Tarihsel olarak postmodern döneme denk gelen bu dönem hakkında, Sorokin, Batı Kültürü’nün artık çözüm geliştirme yeteneğinin de giderek soluklaştığını ifade etmektedir: “Yirminci yüzyıl, bütün toplum ve insan bilimi disiplinleri alanında hemen hiçbir özgün (orijinal) ya da doğrusal ilerleme yahut evrim kuramı ortaya koymamıştır. Yirminci yüzyılın çeşitli doğrusal kuramlarının hepsi, Hegelci, Comtecu, Spencerci ya da Marxçı ilerleme-evrim anlayışlarının minik çeşitlemelerinden başka bir şey olmamışlardır.”[6]
Immanuel Wallerstein’e göre ise sorun çok daha vahim bir aşamaya ulaşmış durumdadır: “21. yy. ikinci yarısı, 20. yy'da gördüğümüz her şeyden daha güç, daha düzen bozucu, ama aynı zamanda, daha açık
olacak bence. Bunu üç öncülden yola çıkarak söylüyorum: Birinci öncül: Bütün sistemler gibi tarihsel sistemler de ölümlüdür. Bir başlangıçları, uzun bir gelişmeleri ve dengeden uzaklaşıp çatallanma noktalarına ulaştıkça yaklaştıkları bir sonları vardır. İkinci öncül: Bu çatallanma noktalarında iki şeyin geçerli olduğudur: Küçük girdiler büyük çıktılar ortaya çıkarır (oysa sistemin normal gelişme zamanlarında, büyük girdiler küçük çıktılar meydana getirir) ve bu tür çatallanmaların sonucu bünyevi olarak belirsizdir. Üçüncü öncül ise modern dünya sisteminin, tarihsel bir sistem olarak ölümcül bir krize girmiş olduğu ve varlığını elli yıl daha sürdürmesinin pek muhtemel olmadığıdır … ama geçiş döneminde ortaya sürülen peyler son derece yüksek, sonuç son derece belirsiz ve küçük girdilerin çıkacak sonucu etkileme yeteneği son derece büyük olduğu için, geçiş döneminin ağır sorunlarla dolu korkunç bir dönem olacağını biliyoruz.”[7]
Bu çerçevede denilebilir ki, bugüne kadar yaşanan krizler daha çok niceliksel krizlerdi. Yapılan hesap hatalarının ve temel ideoloji olan materyalizmin uygulanmasında kullanılan alt ideolojilerin hatalarının düzeltilmesiyle aşılmaya çalışılan krizlerdi. Oysa şimdi niteliksel bir krizle karşı karşıya insanlık. Artık sistemin ıslahı ile yola devam imkânı kalmamıştır. Dolayısıyla düşünsel olarak geleneksel bilgi kabulünü, kültürel olarak Batı göreneğini tarihteki yerine yerleştirip, hali hazırdaki dünya hakkında artık yeni şeyler söylemek gerekir.
2019 yılında 7,8 milyar olan Dünya nüfusunun 2050 yılında 10 milyara ulaşması bekleniyor. Böyle bir nüfusun ve böyle bir nüfus artışının temel ihtiyaçlar için muhtaç olunan kaynaklar üzerindeki baskısı ne Batı Uygarlığı’nın çözebileceği bir sorundur ne de var olan medeniyet algısına dayanan başka bir uygarlığın. Batı tarafından sürekli modern ve postmodern ürün ve fikirlerle inançlarına ve geleneklerine saldırılan 10 milyar insanın, birçok inanç sistemi ve gelenekte var olan kanaatkâr olma erdeminden nasıl uzaklaştırıldıkları ortadayken[9], gözleri bir yana midelerini nasıl doyuracaklarına dair insanî bir fikir üretmeleri beklenemez.
Batı Uygarlığı, Dünya tablosunu giderek çirkinleştirmektedir. Var olan öncüllerle ve zihin yapısıyla bugüne kadar ancak gelebilen ve artık çözümsüzlüğe saplanan Batı, derin bilincinde kurtuluşa dair oluşan fikirlerini uzaylı istilası (1,2,3,4,5) filmlerinde de açık etmektedir. Kendi gezegenlerindeki kaynaklarını tüketince başka gezegenlerin kaynaklarını sömürmek üzere yola çıkan uzaylıların işgal ettiği dünyayı hesapta kurtaran yine Batılılar olmaktadır ancak asıl Batılı zihniyet uzaylıların dünyaya yaptıklarında görülebilir. Çünkü tıpkı uzaylılar gibi Batılıların da dünyaya tükeninceye kadar sömürülecek bir gezegen olarak baktıkları ortadadır. Üstelik daha şimdiden, yerleşebilecekleri başka bir gezegen arayışına girdikleri de bilinmektedir (Mars). Bu durumda, dünyaya “Fransız kalmaktan” daha fazla yabancı (Alien) kalan bu uygarlığın Dünyalılarla birlikte yani tüm insanlık ve tüm ekosistemle birlikte yaşayabileceğinin, yaşamayı öğrenmesi gerektiğinin gösterilmesi elzemdir.
[1] İbn-i Haldun, Mukaddime, s. II/469
[2] Alvin
Toffler, Üçüncü Dalga -Bir Fütürist
Ekonomi Analizi Klasiği-, Çev.: Selim Yeniçeri, (İstanbul: Koridor
Yayıncılık, 2008), s. 17
[3]
Peter Burke, Kültür Tarihi,s. 34
[4] Fernand Braudel, Uygarlıkların Grameri, s. 128
[5] Alvin
Toffler, Üçüncü Dalga -Bir Fütürist
Ekonomi Analizi Klasiği-, s. 127-128
[6] Pitirim A. Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, Çev.: Mete Tunçay, (İstanbul: Salyangoz Yayınları, 2008), s. 26
[7] Immanuel Wallerstein, Bildiğimiz Dünyanın Sonu – Yirmi Birinci
Yüzyıl İçin Sosyal Bilim, Çev.: Tuncay Birkan, (İstanbul: Metis
Yayınları, 2003), s. 9
[9] Heinz Kimmerle, Afrika'da Felsefe- Afrika Felsefesi
Kültürlerarası bir Felsefe Kavramına Doğru, s. 210
Yorum Gönder