Kültürün -daha özelde geleneğin- sanki canlılık
savunulurmuş gibi önemle savunulduğunu tespit etmek için, örnek olarak güncel
bir durumdan, Kuzey Avrupa (Modernizm) ve AvroAmerika (Postmodernizm)
göreneklerinin diğer kültürlere yönelik baskısından bahsetmek mümkündür.
Günümüzde Modernizm ve Postmodernizm, yaşayan tüm kültürlerin etnik ve dinî
köklerine, ilginç bir şekilde kendi toplumlarının özellikle dinî geleneklerine dahi
yoğun ve saldırganca denilebilecek bir baskı uygulamaktadır. Bu baskı, kimi
zaman modanın yönlendirilmesiyle kısmen gelgeç bir yolla uygulanırken,
çoğunlukla geleneksel olanın, neredeyse tüm kültürel alışveriş kanalları
kullanılarak işlevsiz, kötü ve saldırganca kodlanmasıyla ve açık, örtülü
mücadele yöntemleri kullanılarak uygulanmaktadır.
Bu baskı neticesinde Türkiye toplumunun da kendi
döneminin ortalamasına göre daha yüksek kültürel niteliklerine sahip olan
Osmanlı toplumuna nazaran, daha seküler ve maddî yönelimli bir topluma
dönüştüğü de ortadadır. Ancak, Modernizmin bu topraklardaki güncel sorunlara
üretebileceği çözümler, Türkiye Kültürünün Batılı toplumlarla benzeşmesi
oranında uygulanabilir olur. Bu durumda neden olduğu sorunlar da aynılaşır.
Böyle bir dejenerasyona rağmen çoğu toplum için
Modernizm ve Postmodernizm karşısında geleneğin değeri tamamen kaybolmuş
değildir. Birçok kültür sahip oldukları veya kendilerince geliştirdikleri
yöntemlerle geleneksel olanı savunmaktadırlar. Bu savunuya örnek olarak ise
ismiyle müsemma bir akım olan Tradisyonalizmden (Gelenekçilik) bahsedilebilir.
Genel anlamda tüm töreli ve dinî gelenekleri, daha özelde İslâmî Geleneği,
Modernizm ve Postmodernizm karşısında sıkı bir şekilde savunan, bir şekilde yolları
Sufizmle ve İslâm'la kesişmiş ve bir akım oluşturacak sayıya ve etkiye ulaşmış
düşünürlerin oluşturduğu Gelenekçilik akımı için, savundukları geleneklere
bağlı entelektüel çevrelerde zaman zaman yoğun kabul görseler de, geleneğe
bağlılık oldukça radikal bir tavır halini alır. Geleneğin bu derece kutsanması
ünlü mühtedi René Guénon’un da ifadesiyle, geleneğin birikiminden faydalanmak
üzere, din değiştirmek yerine “taşınma”[1] ile ifade edilen durumu da
benimsemeye neden olur. Bu doğrultuda, sonradan din değiştirerek Müslüman olmuş
bazı ünlü düşünürler için İslâm'da aradıklarının bir din olmaktan çok kadim bir
geçmişte biriktirilmiş yüksek yaşam deneyimleri olduğu söylenebilir.
gelenekten yana oldukça anlamlı ve yerinde tespitler ve eleştiriler
geliştirilmesine rağmen, geleneğin sırf gelenek olduğu için benimsenmesi,
muhafazakarlık olarak nitelendirilebilecek bir tutukluğa, donukluğa neden
olabilir. Hatta Gelenekçiliğin, muhafazakarlığın Felsefî olarak savunulması
olduğu dahi söylenebilir. Ancak, yoğun bir saldırı nedeniyle ilk anda savunma
refleksi olarak Gelenekçilik anlamlı olabilirken, sürekli bu tavra bürünülmesi
yaşayan bir geleneği, sanıldığının aksine, dondurur. Çünkü, gelenek denilen bu
birikim, doğal ve kültürel şartlardaki değişimler nedeniyle sürekli test edilir
ve anlamlılığı kaybolan kısımları doğal bir süreç içinde elenir veya yeniden
yorumlanır. Buna rağmen onu olduğu gibi muhafaza etmeye çalışmak geleneği
yaşamdan koparır; güncel doğal ve kültürel sorunlara yönelik çözüm geliştirme
yeteneğinin zayıflamasına neden olur. Modernizmin ve Postmodernizmin neden
olduğu sorunlar, geçmişte oldukça anlamlı olmuş ancak insanlığın güncel
sorunlarına karşı hâlihazırda bir cevabı olmayan, donup kalmış bir birikimle
giderilebilir gibi görünmemektedir. Bir geleneğin kıymeti onun yol
göstericiliğinden gelir. Dolayısıyla, bir kültüre bağlı olarak yaşandığının,
yaşanabildiğinin en önemli göstergesi o kültürün geleneğine uygun olarak
görenek oluşturulabilmesidir. Bu durumda, Modernizm, Postmodernizm,
Gelenekçilik ve Türk ve/veya İslâm Kültürü örneklerinden yola çıkılarak
söylenebilir ki güncel bir Türk ve/veya İslâm görgüsü, göreneği oluşturulmadan
yaşanmaya çalışılan Türk ve/veya İslâm geleneği, yaşanılmaya çalışıldığı
toplumu, donuklaştıracak ve onu bir açık hava müzesine, bir “Orient Express”
istasyonuna dönüştürecektir.
Gelenek savunusunun Gelenekçilik ve daha özelde
Guénon’da hem sonuç hem de neden olarak zuhur eden bir yönü de Sufizm ile
ilgilidir. Beklenebileceği üzere Hint Kültürüne kadar izi sürülen geleneğin bu
dinî kaynağı en nihayetinde dünyadan el ayak çekilmesini öğütleyen İşrâkîliğe
ulaştırır insanı. Ezoterik bağlamda çok kıymetli deneyimler vadeden bir yol
olmasına rağmen, bu dünyaya dair çözümler geliştirme anlamında beklenenden
oldukça uzağa düşmektedir. Bu çerçevede Ebul Hasan Nedvi’nin tespitleri oldukça
anlamlıdır:
İşrâkîlik veya mistisizm gibi dünyaya olumsuz bakan düşünceler ile
bir toplum veya bir medeniyet inşa etme imkânı yoktur. Duyumculuk ve ruhçuluk (spiritüalizm) karşıtlık üzerine konumlanmışlardır, bu açıdan ikisi arasında büyük bir fark vardır; duyumculuk kendi uygarlığını kolayca oluşturabilir ve sürdürebilirken, diğeri uzun insanlık tarihi boyunca çok kısa bir süreliğine veya küçücük bir toprak parçasında bile uygar bir yaşam alanı geliştirememiştir. Aslında işrak felsefesine inananlar, hayatlarını maddî ve duyumsal prensiplere göre yaşamışlardır. Dış ilişkilerinde İşrâkîliğin ve ruhçuluğun prensiplerini yansıtmayan bu kişiler, materyalizm lehine ruhçuluktan ödün vererek uzaklaşmak zorunda kalmışlardır. Çilehanelerinde mistik bir yaşam sürmüş, ancak siyaset sahnesinde kelimenin tam anlamıyla materyalist ve duyumcu olmuşlardır. Roma imparatoru Konstantin, o zamana kadar azizleri ve misyonerleri tarafından mistik ve ruhsal bir öğretiye dönüştürülmüş olan Hristiyanlığı kabullendiğinde, aynı çelişkiyi benimsemek zorunda kalmış; Hristiyan spiritüalizminin bünyesine, putperest Roma'nın materyalizmini ve cahiliyesini aşılamıştı. Ancak bu eylem arzulanan sonucu doğurmadığı gibi, gelişmeler aksi yönde başlar. Bu mistik öğretinin yaşam tarzı yaygınlaşmaya başladığında, Roma medeniyeti çatırdamaya ve gerilemeye, toplum ve uygarlık yavaş yavaş çürümeye başlar. Roma barışı (Pax Romana) dağılmaya yüz tutar. Toplum kendisinde karşı koyacak derman bulduğu bir anda, bu bağnaz mistisizme karşı şiddetli bir reaksiyon gösterir ve kavga materyalizmin zaferiyle sonuçlanır.
Tüm bunların ötesinde ironik bir şekilde Gelenekçilik,
modern bir tavırdır. Geleneği ve gelenekten yola çıkılarak üretilmiş göreneği
doğrultusunda zaten yaşayagelen bir insanın hayatı, birilerine ve bir yerlere
tepki olarak devam etmez. Gelenek ve görenek ihtiyaçlar bağlamında oluştuğu
için, geleneği ve göreneği doğrultusunda yaşayan bir insan sadece hayatını
anlamlı bulduğu bir birikim doğrultusunda yaşamaktadır. Ancak Gelenekçi olmanın
odak noktasında, geleneğin kendisinden ziyade, modern olmamak vardır.
Modernizme karşı bir tepki olarak anlam bulan geleneklerin ise aslî anlamı yani
kullanışlılık ve kendini üreten dinamiklere uygunluk gibi özellikleri
kaybolmaya başlar.
Görenek oluşturmak, modernleşme olarak nitelenemez.
Çünkü Modernizm, Kuzey Avrupa göreneğidir. Dili, dini, tarihi, coğrafyası ve
bunlardan hareketle oluşturulan temel önermeleri, bu önermeler üzerine inşa
edilen kuram, pratik ve değerler hakkında sistemli düşünce birikimi (Felsefe)
ve güncel ihtiyaçları farklı olan bir toplumun çözümleri her toplum için
kullanışlı olamaz. Dünyanın çoğunu etkileyen bazı sorunlar olduğunu tespit
etmek, çözüm için bu sorunları doğuran kültürü kabul etmeyi gerektirmez.
Kültürün eskiden beri var olan ve Peter Burke’ün
“Giriş” kısmında aktarılan tespitine göre güncel anlamı halini alan yüksek
kültüre örnek olarak Maslow’un fateizm’un İhtiyaçlar
Hiyerarşisi’nden[3]
bahsedilebilir. Maslow’a göre açlık gibi fiziksel doyum gerektiren ihtiyaçların
ardından sırasıyla güvenlik, sevgi, başarı ve kendini gerçekleştirme
ihtiyaçları gelmektedir. İnsan doyumları bu hiyerarşik sıralamada yükseldikçe
kültürlerin de geliştirmeleri gereken çözümler karmaşıklaşır ve yüksek kültür
ürünleri olarak anılmaya başlanır. Elbette bireysel ihtiyaçlar temel alınarak
bu gibi kavramlarla ifade edilen yükselmenin, toplumsal organizasyon içerisinde
denk geldiği kuramlar, kurumlar ve ürünler farklı şekillerde ifade edilebilir.
Ayrıca Maslow’un, değerlerin insanda içkin olduğu, din gibi bir dış kaynaktan
alınmadığı[4] gibi argümanları,
esrimenin sadece içsel bir psikolojik süreç olarak açıklanamadığı durumlar ve
teolojik inancın epistemolojik inanca temel teşkil ettiği durumlarla
eleştirilebilir. Ancak yine de genel olarak kültürel gelişim aşamaları hakkında
temel bir kavramsallaştırma olarak anlamlıdır.
Gelenek ile yetinmeyip, görenek de üreterek kendini
geliştirebilen bir kültürel yapı, önünde sonunda daha kapsamlı bir sistem
halini alır. Çözüm geliştirme yeteneği devam ettikçe, hem çözüm geliştirme
yeteneği zayıflamış başka kültürlerden insanları kendine çeker hem de kendi
bünyesindeki fertlere sayısal çoğalma için cesaret verir. Bu noktadan itibaren
artık daha büyük bir insan topluluğu olma nedeniyle karşı karşıya kalınan
durumları ifade eden medeniyet kavramına ihtiyaç hasıl olur.
[1] Mark Sedgvick, Modern Dünyaya Karşı -Gelenekselcilik ve Yirminci Yüzyılın Gizli
Tarihi-, (2004), Çev. Şamil Öçal, (Ankara: Hece Yayınları, 2016),
s. 151 [(Guénon, Etudes traditionnelles, 1948 aktaran Jean Pierre Laurant, “La
‘non conversion’ de René Guénon (1886-1951)” De La conversion, ed. Jean
Christophe Attias (Paris: Cerf, 1998), s.139. Guénon Alain Daniélou’ya yazdığı
bir mektupta da yaklaşık olarak aynı şeyleri söyler (August 27, 1947); aktaran:
Thierry Zarcone, “Relectures et transformations de Soufisme en Occident,”
Diogene 187 (January 2000), 145-60. Guénon “taşınma”yı (s’instaler) başka
yerlerde de kullanır. Zarcone “Relectures et transformations” da bunun önemine
dikkat çeker.) naklen]
[3] Doğan Cüceloğlu, İnsan ve Davranışı, (İstanbul: Remzi
Kitabevi, 2003), s. 236
[4] Abraham Maslow, İnsan Olmanın Psikolojisi, Çev.: Okhan
Gündüz, (İstanbul: Kuraldışı Yayıncılık 2001) s. 181
Yorum Gönder