Bunun yanında bir de Felsefe’nin kıstları söz konusudur. Çünkü o kadar kutsanan bilimsel dil de tıpkı lisan gibi bir oyun alanıdır. Geleneksel Felsefe için dahi oldukça yeni sayılabilecek bu ifade veya gerçeklik henüz tam anlamıyla yüzleşilmiş, sindirilmiş ve aşılmış değildir. Yani lisanın düşünceyi ifade aracı olması kadar onun sınırı da olması söz konusuyken bunun ötesini de hesaba katan bir açılım pek ortalarda görünmemektedir, Felsefe için. Diğer taraftan bu mümkün olsa dahi mesela Hegel’in “kavramın zorlanması“* olarak, Deleuze’ün “kavram üretmek“ olarak adlandırdığı bir çabayı dilden bağımsız olarak düşünmek mümkün olmasa gerekir. Dolayısıyla Felsefe kullanılan dil ile sıkı bir ilişki içindedir. Felsefe Tarihine bir göz attığımızda ise Antik Yunanla başlayan, Hıristiyan kültürlerin Ortaçağıyla devam eden, sonra İngiliz, Fransız, Alman… kültürlerinin Modernleşmesiyle zirveye doğru yol alan bir düşünsel gelişimi bu dillerden, kültürlerden bağımsız olarak nasıl, neden ele alalım? Yani Felsefe çok net bir şekilde Batılı düşüncedir.
Bundan da önce tabii Felsefe’nin ne olduğunu netleştirmek uygun olabilirdi.
“Bu arada ben, “Felsefe Nedir?” öz sorusunun yanıtlanamayacağından yola çıkıyorum. Bir yanıt vermeye çalışıldığında totolojiye düşülecektir: Felsefe, felsefecilerin yaptığı, zaman içinde felsefeciler topluluğu tarafından, felsefe olarak kabul edilen şeydir. Bir üniversite dalı olarak felsefenin günümüzdeki görünümü, güçlü bir biçimde batılı akademik gelenek tarafından belirlenmiştir. Felsefeye daha çok kültürlerarası bir gözle bakılarak, dünyanın öteki bölümlerinin felsefeleri ve başka gelenekler konuşmaya katıldıklarında, uluslararası felsefe söylemi değişecektir.“
Zaman zaman alevlenir ya bu tartışma Türkiye’de de: Neden Türkiye’de Felsefe yapılamaz, diye… Bu konu her ne zaman açılsa ben “aman isabet“ diye düşünürüm, “iyi ki yapılamaz“. Çünkü Felsefe’nin dille olan yoğun ilişkisi Felsefe’nin geleneksel olarak yapılageldiği kültürlerinin de en az dilleri kadar içselleştirilmesini gerektirir. Hatta o kadar ki Felsefe aslında kendi başına ayrı bir akademik bölüm olmaktan çok Filolojinin veya Antropolojinin (tabii mesela İngilizler Antropolojinin konusu olmayı kendilerine yedirebilirlerse ;) bir alt başlığı olarak kabul edilmelidir. Yani örneğin İngiliz Empiristlerini çalışmak İngiliz Dili Edebiyatı ve Düşüncesi bölümünün meşgalesi olmalıdır. Çünkü Felsefe dilin imkanlarının limitlerine kadar zorlandığı bir yoğunlaşma gerektirir. Yani Felsefe yapabilmek için dili, o dili üreten kültürden hareketle yeniden üretecek kadar bilmeyi gerekir. Batı Uygarlığı ile bu kadar içiçe olan düşünce tarzını da o kadar Batılılaşmadan hayata geçiremezsiniz. Bu nedenle Türkiye’de Felsefe yapılamamasını dertlenmek Türkiye’de İngilizce şiir yazılamamasına üzülmek kadar saçmadır. Dolayısıyla iyi ki Felsefe yapamıyoruz; demek ki hala Türk dilinden ve kültüründen umut var olabiliriz.
Diğer taraftan Türkiye’de Felsefe’nin yapılamıyor olması kuramsal düşünemediğimiz anlamına gelmez. Eğer öyle olsaydı Felsefe gibi mühim, radikal, güçlü ve büyük bir eksiklikten dolayı, Felsefe Tarihi’nde esamesi bile okunmayan onca kültürün ve tabii Türk Kültürünün de şimdiye kadar çoktan silinip gitmiş olması gerekirdi. Ancak herşeye rağmen görüldüğü gibi yaşıyoruz bir dil, din, kültür, coğrafya doğrultusunda. Bu durum dahi tek başına Felsefe denilenin ne kadar kültür odaklı bir faaliyet olduğunun delilidir. Yani demek ki Felsefe ile kastedilen her neyse biz de kendimizce onu yapıyoruz. Hala ikna edici gelmiyorsa bu durumu aksiyle birlikte tekrar düşünelim: Eğer bir aşağılık kompleksimiz yoksa (yani, Felsefe yapmaya çapımız elvermez, sadece üstün olan Batılılar yapar, diye düşünmüyorsak) iki ihtimal var: Ya Felsefe yapabiliriz ama yapmıyoruz ya da yetrsizlikten değil teknik sebeplerle Felsefe yapamayız. Diyelim ki yapabiliyoruz: O halde bu yaptığımızın, Tarih yazıcılarının Batı Uygarlığını inşa eden ideolojinin kölesi olmalarından dolayı Felsefe Tarihi’nde anılmasını kasten engellemeleri durumu sözkonusu. Diyelim ki yapamıyoruz: O halde biz Türkiye kültürüyle ve diliyle donanmış insanlar Batılılardan farklı bir düşünce tarzına, yöntemlerine, kıstaslarına sahibiz
-ki benim oyum da bu yöndedir-. Başka bir ihtimal yok, değil mi? Öyleyse şu kuramsal düşünme ve metodoloji sorunmuzu bir ortaya serelim birlikte.
Otorite Mantık Hatası olarak anılan hataya meyyal zihinlere ulaşabilmek için bir kaç otoriteden destek gösterme amacıyla Hegel, Deleuze, Heinz Kimmerle’nin yanına bir de Ahmet Soysal’dan alıntı ekleyeceğim. Soysal aşağıdaki satırları yazmış olmasına rağmen ve yazdıktan sonra tekrar Aristoteles’e Descartes’a ve Kant’a dönüyor ama olsun. Hatta bu alıntının sonu
diye bitiyor. İlginç tabii ama yine de izleyen satırlar Felsefe’den hala umutlu bir zihnin dahi kaçınılmazı nasıl tespit edebildiğini gösteriyor:
Ben de bilgilerin denetimi ve birleştirilmesinden başlanması gerektiği kanaatindeyim.
Yazının başlarında Matematik Felsefesi olarak ifade ettiğim, sonrasında dilin imkanlarının sonuna kadar zorlanmasıyla başka bir açıdan açıkladığım şey kuramsal düşünce ve metodolojiydi. Felsefe gibi zihnimizi Batılı düşünce tarzıyla sınırlandıran bir yöntemi bir kenara bırakınca, hemen sizin de daha bu cümleyi okurken farkedeceğiniz gibi, oluşan yöntem sorununu aşarak devam edebileceğimiz bir yol açılır önümüzde. Aslında düzen aramaya alışkın bir zihin olarak Felsefe’nin de dayattığı bir hiyerarşi gereği önce Varlık Felsefesine karşılık gelen alandan başlamak uygun olur gibi görünmekle birlikte, bize öncelikle bir Epistemolojik yaklaşım gerekeceğinden, önce bilgi, zihin ve bunların ilişkilerini irdeleyerek başlamalıyız. İşte bu girişin girişinin sizi getirebileceği en uygun nokta budur. Nasıl bir Epistemoloji?
Yorum Gönder