Bu yazı girişimi, İstanbul Sözleşmesi’ni savunan bir yazının metin analizi ve eleştirisi ağırlıklı bir cevabı olarak başlamasına rağmen gündelik, pratik bağlamında sıyrılıp Feminizm’in metafizik temelinin ne olabileceğine dair bir içsel sorgulamanın cevabı bağlamına oturmuştur. Dolayısıyla öncesindeki kavramsal ve önermesel analizlerle bağı zayıflamış olan son kısmı böyle ayrı bir yazı halini almıştır. Başka meşgalelerden tırtıklanan bir zamanda yazıldığından daha fazla sağını solunu toparlamaya vakit ayrılamadan sitede böyle neredeyse gelişine yer alması gerekmiştir. Metindeki bazı garipliklerin varoluş sebebi budur. Amacım kimseyi yermek değildir. Umarım meramımı arz edebilmişimdir.
…
Özetle modern kadın kendisi için evi boşaltırken hala aile denilen şeyin devamlılığı için erkeğin daha çok ev içine girmesi ama ev dışındaki sorumluluklarını sık sık hatırlatan dini ve ananevi kültürel kodların devam etmesi… Bütün bunlar geleneksel aileyi modern ötesi bir “aile"ye dönüştürürken "muhafazakar” kadınlar geleneksel değerlerin nimetlerinden hala faydalanabiliyorlar. Mesela ……. ……. kişisel hiçbir niteliği nedeniyle kavuşamayacağı bazı haklara “muhafazakar kitlelerden” .. …….. …… sayesinde kavuşurken muhafazakar görünmenin de “modern kadın"ın da kazanımlarının keyfini ziyadesiyle yaşar. Erkekler ise mesela hala eşlerinin, kızlarının “rahat” davranışlarından dolayı, "söz geçirememelerinden” toplumun genelinde veya bir kesiminde gizli veya
açık “hakir” görülürken bir taraftan da İstanbul Sözleşmesi gibi yasal metinlerle modern sorumlulukları yüklenmeye devam ediyorlar. Nereye kadar devam eder bu?
Feminizmin metafizik bir temeli olmadı olmayacak. Dolayısıyla yeterince sorgulanan bir Feminizim önünde sonunda şu gerçeğe toslayacaktır: Erkeklik sadece bir cinsiyet kavramı değildir. Dünyanın, varlığın dinamizmini sergilediği iki varoluş kutbundan biridir. Bu iki uç, insan cinsiyetinde kendisini “kadın"lık ve "erkek"lik olarak sergiler. Feminizmin erkek düşmanlığı onu düşmanı olduğu şeye dönüştürecektir. Çünkü yang, gündüz, akıl, bireysellik, doğayla mücadele… "erkek"si figürlerdir; yin, duygular, birliktelik, kültürel mücadele… "kadın"sı firgürlerdir. Varoluştan erkeksi olanı silsen ne çıkar, içinde büyüyen bir erkeksilik o figürlerin rolünü yerine getirmek zorunda kalacaktır; yani bazı kadınlar erkeksileşecektir. Çünkü varoluş bu. Kutuplardan birini tamamen ortadan kaldırılacak kadar radikal bir varoluş dönüşümü "kadın"ın tek başına başarabileceği bir şey değildir. "Kadın” da öyle bir varoluşta anlamlıdır çünkü. Kadının kadın olmaktan herhalükarda çıkması demektir ki bu sadece kültürel, siyasi… gibi alt seviyeden bir mücadelenin harcı değildir, bir metafizik mücadele gerektirir.
Her nerede kadın erkekle eşitlik iddia ettiyse orada kadınlığını kaybetti, erkeksileşti. Erkeklerle aynı mesafeyi koşan kadın atletler “adet"ten düştüler, "çocuk mu kariyer mi” ikilemini yaşadılar, doğurma güçlerinden oldular, elde ettikleri gücün onları tıpkı erkeklerde de ortaya çıkabildiği ve eleştirdikleri gibi kadınları da yozlaştırdığını gördüler… Çünkü şunu ısrarla görmezden geliyorlar: Kas gücü, iktidar, ekonomik güç… istemek erkeksiliğin gereğidir. Kadın güce, doğaya doğrudan muhatap kalınca onunla başa çıkabilmek için erkeksileşmek zorunda kalır. Hem kadın hem güç sahibi olmak ancak dolaylı yollardan güçle muhatap olmayla mümkün olabilir
Buna rağmen kadınların erkeksileşme istekleri erkeksi özelliklere sahip Batı Medeniyetinin artık zirvesine ulaşmış olmasından, Dünya'da, varoluşta birikmiş erkeksi enerjinin, varoluşla, doğayla süregelen, rutine bağlanmış mücadeleyi nispeten kolaylaştırmış olmasından, mesela kadınlar için uzun mesafeleri kas gücüne, maddi güce ihtiyaç duymadan katedebilmeyi mümkün kılmasından, büyük güçleri küçük düğmelere bağlayabilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Ancak bu, radikal, varoluşu dönüştürebilecek kadar güçlü bir kazanım değildir. İlk doğal veya insani afette bu kazanımların ne kadar kırılgan olduğu ortaya çıkınca işleri yoluna koyabilmek için yine erkeksiliğe ihtiyaç duyulacaktır. Görünürde bu kadar katedilmiş metafizik mesafeler, kazanımlar aldatıcı olabilir, çünkü varoluşun enginliği, muhteşemliği, büyüklüğü karşısında insanlık olsa olsa henüz bir bebek kadar güç biriktirmiş olabilir.
Şimdi varoluştaki erkeksiliğin dönemsel olarak en zirve olduğu noktada bayrağı kadınsılığa devretmeye başladığı anları deneyimliyoruz. Erkek bir uygarlık kadın haklarını, “kadınsılığı” fazlasıyla vurguluyorsa bir güçlü dönüşümün hemen öncesindeyiz demektir. Eğer bu dönüşüm başka her zaman olduğu ve olması gerektiği gibi bir değerler uzayında yaşanmazsa çok yıkıcı olabilir. Kadınların bu geçici, güçteki bu konjonktürel noktayı çok içselleştirmesi erkeklere karşı giderek artan bir düşmanlık geliştirmelerine neden olabilir; erkekleri kadınsı her özelliğe karşı daha fazla mücadele etme ihtiyacında hissettirebilir, bir düşmanlığa neden olabilir veya var olan düşmanlığı körükleyebilir. İnsanlık biyolojik, teknik olarak belki artık cinsiyetlere ihtiyaç duymadan üreyebilir gibi görünmekle birlikte bu bir kriz anına kadar geçerli bir kazanımdır ve bir kriz anında erkekler düşmanlaştıkları kadın figürlerle, kadınlar düşmanlaştıkları erkek figürlerle hemen ve etkili bir şekilde tekrar bir araya gelemeyebilirler. Bu tarihi ve coğrafi olarak lokal bir eskatolojik gelişmeye dahi neden olabilir. O yüzden modernleşmiş, halihazırda fazlasıyla erkeksileşmiş yani, olanlar zaten bir tarafa; en azından neyi muhafaza ettiklerinin farkında olmayan “muhafazakar” kadınlar bu geçici dönemi bu kadar erkeksi bir ısrarla, vurguyla yaşamasınlar. Kadının kadın gibi erkeğin erkek gibi olduğunda kıymetli, güçlü, anlamlı, etkili… olduğunun farkında olup, bu dönüşümü dini ve ananevi kültürleriyle oluşturulmuş bir değerler uzayında karşılayarak, bu kültürleriyle bağlarını fazla zedelemeden yaşasınlar bu kriz zamanlarını. Başka türlüsü güç…
Yorum Gönder