Modern dönem Batı düşüncesinde vahyedilen şeyin neliği konusunda birbirinden oldukça farklı iki anlayış ortaya çıkmıştır: “Önerme Merkezli” ve “Kişi Merkezli“.
İlk döneme ve Ortaçağ’a hakim olan, bugün de Roma Katolik dünyasınca ve Protestanlarca temsil edilen “önerme merkezli” vahiy anlayışına göre vahyin muhtevasını, önermelerde açıklanmış olan hakikatlerin bir bütünü oluşturmaktadır. Vahiy, ilahi olarak doğrulanmış hakikatlerin kişiye bildirilmesi işlemidir. Katolik Ansiklopedisi’nin ifadeleriyle, “vahiy, bazı hakikatlerin, Tanrı tarafından, tabiatta bilinen normal iletişim vasıtalarının ötesindeki vasıtalarla, akıllı yaratıklara iletilmesidir.” Bu görüşte önermeler statik ve donuktur. Önermelerin bu yapısının Tanrı’nın insanlarla olan ilişkisini de donuklaştırdığı, Tanrı’yı geri plana çektiği ve insanları Baillie’in ifadesiyle “bir metin ve bir zihin” ile baş başa bıraktığı,değişik şartlar ve kültürlerde yaşayan insanların ihtiyaçlarına veya her an değişmeye hazır dinamik yapısı olan sosyal hayatın ihtiyaçlarına cevap veremedikleri iddia edilir. Bu nedenle de ihtiyacı karşılayacak yeni bir vahiy arayışına insanları ittiği kabul edilmiştir.
Brunner’in ifadesinden hareketle “Kişi merkezli” vahiy anlayışı olarak adlandırılan görüşe, bu asrın ilk onlu yıllarında Protestan Hristiyanlık içinde yaygın hale geldi. Bu görüş, köklerinin, Luther, Calvin ve takipçileri gibi 16. Asır reformcularının düşüncesinde bulunduğunu ve hatta Yeni Ahit ve ilk Kiliseye kadar gerilere uzandığını iddia eder.
“Kişi merkezli” anlayışa göre; vahyin muhtevası, Tanrı hakkındaki hakikatlerin bir bütünü değil, beşeri tarih içinde faaliyet göstermek suretiyle insanın tecrübe eksenine giren Tanrı’nın bizzat kendisidir. Bu bakış açısından teolojik önermeler, teolojik önerme olmaları hasebiyle vahyedilmemişlerdir. John Hick’e göre, “vahiy karakterli olayların önemini anlamak için gösterilen beşeri teşebbüsleri temsil ederler.” Bu görüşe göre, Tanrı bir takım önermeleri vahyetmiştir ancak insanın bu tür önermeleri belirli olaylarda Tanrı ile karşılaşma tecrübesinden elde ettiğini; önermelerin formüllerinin bu karşılaşma tecrübesini kaydetmeye yönelik beşeri faaliyetin sonucunda oluştuğunu savunurlar. Bu anlayış kabul edildiğinde Tanrı ile ilgili yaşanan tecrübeyi anlatan herhangi bir kitabın, mantıken kutsal kitap ile aynı statüyü kazanması gerekir. Aradaki fark, kutsal kitabın, iman edilerek yazılmış olmasıdır. Bu anlayış İslam düşüncesine yabancıdır, bütünüyle Batı düşüncesine ait gözükmektedir. Kitab-ı Mukaddes ve Kur’an-ı Kerim kendi özel şartları içinde değerlendirilmelidir. Montgomery Watt böyle bir yöntem izlemediğinden önemli yanlışlar yapmıştır. Örneğin;
Watt, İslam vahyini, Jung’un görüşleri çerçevesinde ele almıştır. Her şeyden önce Jung’un vahyi izah tarzı, dini anlamda vahyin özüne aykırıdır. Jung, vahyi rüyalar, vizyonlar ve patolojik durumlara benzer şekilde, ortak bilinçdışının dışa vurumu olarak ele alır. Vahyin kaynağı olarak gösterilen ortak bilinçdışı; hastalarda görülen şaşırtıcı imajlar ve iç güdülerle izah edilir. İç güdüler kalıtsal olarak ataların tecrübelerinin birikimi olarak kabul edildiği için bizim yaşantımızla ilgili olmadığı, aşkın olduğu vurgulanır. Burdaki aşkınlık “hayvan atalardan tevarüsen gelen davranışların yinelenmesiyle oluşmuş muhtevalar”a denk düşer. Ayrıca, Watt’a göre Hz. Muhammed’e vahiy göndermesini ve peygamberin zamanla inananların yöneticiliğini yapar hale gelmesini de “Allah’ın bir faaliyeti” olarak görüp değerlendirmek mümkündür. Bu ise hulul anlamına gelir ki, İslam bunu reddeder.
Yazar’a göre Kur’an-ı Kerim böyle bir vahiy anlayışını kabul etmez. Örnek olarak da Kur’an-ı Kerim’deki Hz. Musa kıssasını verir: “Allah ile Hz. Musa arasında geçen konuşmanın anlatıldığı ayette Allah’ın dağa tecelli edince dağın parçalandığı, Hz. Musa’nın da bayıldığı bildirilmiştir. Buradan hareketle Batı düşüncesinde eğer Tanrı’nın “kendisini ifşa etmesi“ ile “tecelli etmesi” kastediliyorsa, Kur’an-ı Kerim Tanrı’nın tecellisine insanın dayanamayacağı bildirerek, bu şekildeki bir vahiy anlayışını da reddetmiş olmaktadır. Hz. Musa ile ilgili ayetin anlamı şöyledir: “Musa, tayin ettiğimiz müddet için gelip Rabbi onunla konuşunca, Musa ‘Rabbim! Bana kendini göster. Sana bakayım’ dedi. Allah; ‘sen Beni göremeyeceksin, ama dağa bak, eğer o yerinde kalırsa sen de Beni göreceksin’ buyurdu. Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti ve Musa da baygın düştü…”.” Bir diğer örnek de Kur’an-ı Kerim’in bizzat kendisinin mucize oluşudur. O peygamberin veya “sekreterlerin” sözleri değil, Allah’ın sözleridir dolayısıyla da bir tecellidir. Hristiyanların anladığı gibi bir insanda tecelli değildir ama “söz” de tecellidir.
Günümüz Batı düşüncesinde hem “önerme merkezli” hem de “kişi merkezli” vahiy anlayışının ikisini birden kabul eden üçüncü bir anlayış daha vardır. Bunun için en iyi örnek Richard Swinburn’dur.
Swinburne vahyin tarifini, iki anlayışı da kapsayacak şekilde yapar. “İlahi vahiy ya Tanrı’nın kendisini açması olabilir veya Tanrı tarafından önermesel doğruların bildirilmesi şeklinde olabilir. Hristiyanlık, hristiyan vahyinin her ikisini de kapsadığı iddiasındadır: Tanrı bedenleşmiştir ve bir dereceye kadar yeryüzünde kendisini göstermiştir ve bedenleşmiş hayat vasıtasıyla muhtelif önermesel doğrular bildirmiştir.” Swinburn bazı modern teologların, hristiyanlığın önerme merkezli vahye sahip olduğunu inkar ettiklerine dikkat çekerek bunun doğru olmadığını vurgular. Ona göre birinci asırdnan 18. Asra kadar Hristiyanlar ile hristiyan olmayanlar arasında, “Hristiyanlığın ‘önerme merkezli’ vahye sahip olması” genel kabul gören bir meseledir. Hristiyanlıktaki vahyin “önerme merkezli” olmadığını savunanlara, Swinburn; önerme formundaki hakikatler olmadan, Tanrı’nın kendisini açığa vurduğu olayların anlaşılmasının mümkün olamayacağını ileri sürerek karşı çıkar.
“Tanrı’nın kendisi hakkında birtakım önermesel doğruları vahyetmeksizin kendisini tarihte (mesela İsrailoğulları’nın Mısır’dan çıkışında, İsa’nın hayatı, ölümü ve yeniden dirilişinde) nasıl vahyettiğini anlamak oldukça zordur. Çünkü olaylar kendi kendilerini yorumlayamazlar. Tarihi olayların yorumunu ya Tanrı verecektir, bu durumda önerme merkezli bir vahiy olacaktır; ya da Tanrı böyle bir yorumu vermeyecektir, bu durumda da ‘vahiysel bir olayın gerçekleştiğini bilmek nasıl mümkün olacaktır’ sorusuyla karşı karşıya kalırız.”
Swinburn olaylara kendi gözleriyle şahit olmayan bir toplumun, bu olayların vahiysel karakterli olduğunu, ancak olan şeyin doğru bir tarifine sahip olmaları halinde kavrayabileceklerini savunur. Çünkü ona göre, eğer Tanrı kendisini “İsa’da gerçekten vahyetti ise, en azından İsa’nın yapıp ettiklerinin kendi faaliyetleri olduğu konusunda bazı önermesel doğruları vahyetmiş olması lazımdır. Bununla beraber, kendisini olaylarda açığa vurmaksızın da Tanrı’nın kendisi hakkındaki bir hakikati peygamberler vasıtasıyla vahyetmesi mümkündür.”
İlk döneme ve Ortaçağ’a hakim olan, bugün de Roma Katolik dünyasınca ve Protestanlarca temsil edilen “önerme merkezli” vahiy anlayışına göre vahyin muhtevasını, önermelerde açıklanmış olan hakikatlerin bir bütünü oluşturmaktadır. Vahiy, ilahi olarak doğrulanmış hakikatlerin kişiye bildirilmesi işlemidir. Katolik Ansiklopedisi’nin ifadeleriyle, “vahiy, bazı hakikatlerin, Tanrı tarafından, tabiatta bilinen normal iletişim vasıtalarının ötesindeki vasıtalarla, akıllı yaratıklara iletilmesidir.” Bu görüşte önermeler statik ve donuktur. Önermelerin bu yapısının Tanrı’nın insanlarla olan ilişkisini de donuklaştırdığı, Tanrı’yı geri plana çektiği ve insanları Baillie’in ifadesiyle “bir metin ve bir zihin” ile baş başa bıraktığı,değişik şartlar ve kültürlerde yaşayan insanların ihtiyaçlarına veya her an değişmeye hazır dinamik yapısı olan sosyal hayatın ihtiyaçlarına cevap veremedikleri iddia edilir. Bu nedenle de ihtiyacı karşılayacak yeni bir vahiy arayışına insanları ittiği kabul edilmiştir.
Brunner’in ifadesinden hareketle “Kişi merkezli” vahiy anlayışı olarak adlandırılan görüşe, bu asrın ilk onlu yıllarında Protestan Hristiyanlık içinde yaygın hale geldi. Bu görüş, köklerinin, Luther, Calvin ve takipçileri gibi 16. Asır reformcularının düşüncesinde bulunduğunu ve hatta Yeni Ahit ve ilk Kiliseye kadar gerilere uzandığını iddia eder.
“Kişi merkezli” anlayışa göre; vahyin muhtevası, Tanrı hakkındaki hakikatlerin bir bütünü değil, beşeri tarih içinde faaliyet göstermek suretiyle insanın tecrübe eksenine giren Tanrı’nın bizzat kendisidir. Bu bakış açısından teolojik önermeler, teolojik önerme olmaları hasebiyle vahyedilmemişlerdir. John Hick’e göre, “vahiy karakterli olayların önemini anlamak için gösterilen beşeri teşebbüsleri temsil ederler.” Bu görüşe göre, Tanrı bir takım önermeleri vahyetmiştir ancak insanın bu tür önermeleri belirli olaylarda Tanrı ile karşılaşma tecrübesinden elde ettiğini; önermelerin formüllerinin bu karşılaşma tecrübesini kaydetmeye yönelik beşeri faaliyetin sonucunda oluştuğunu savunurlar. Bu anlayış kabul edildiğinde Tanrı ile ilgili yaşanan tecrübeyi anlatan herhangi bir kitabın, mantıken kutsal kitap ile aynı statüyü kazanması gerekir. Aradaki fark, kutsal kitabın, iman edilerek yazılmış olmasıdır. Bu anlayış İslam düşüncesine yabancıdır, bütünüyle Batı düşüncesine ait gözükmektedir. Kitab-ı Mukaddes ve Kur’an-ı Kerim kendi özel şartları içinde değerlendirilmelidir. Montgomery Watt böyle bir yöntem izlemediğinden önemli yanlışlar yapmıştır. Örneğin;
Watt, İslam vahyini, Jung’un görüşleri çerçevesinde ele almıştır. Her şeyden önce Jung’un vahyi izah tarzı, dini anlamda vahyin özüne aykırıdır. Jung, vahyi rüyalar, vizyonlar ve patolojik durumlara benzer şekilde, ortak bilinçdışının dışa vurumu olarak ele alır. Vahyin kaynağı olarak gösterilen ortak bilinçdışı; hastalarda görülen şaşırtıcı imajlar ve iç güdülerle izah edilir. İç güdüler kalıtsal olarak ataların tecrübelerinin birikimi olarak kabul edildiği için bizim yaşantımızla ilgili olmadığı, aşkın olduğu vurgulanır. Burdaki aşkınlık “hayvan atalardan tevarüsen gelen davranışların yinelenmesiyle oluşmuş muhtevalar”a denk düşer. Ayrıca, Watt’a göre Hz. Muhammed’e vahiy göndermesini ve peygamberin zamanla inananların yöneticiliğini yapar hale gelmesini de “Allah’ın bir faaliyeti” olarak görüp değerlendirmek mümkündür. Bu ise hulul anlamına gelir ki, İslam bunu reddeder.
Yazar’a göre Kur’an-ı Kerim böyle bir vahiy anlayışını kabul etmez. Örnek olarak da Kur’an-ı Kerim’deki Hz. Musa kıssasını verir: “Allah ile Hz. Musa arasında geçen konuşmanın anlatıldığı ayette Allah’ın dağa tecelli edince dağın parçalandığı, Hz. Musa’nın da bayıldığı bildirilmiştir. Buradan hareketle Batı düşüncesinde eğer Tanrı’nın “kendisini ifşa etmesi“ ile “tecelli etmesi” kastediliyorsa, Kur’an-ı Kerim Tanrı’nın tecellisine insanın dayanamayacağı bildirerek, bu şekildeki bir vahiy anlayışını da reddetmiş olmaktadır. Hz. Musa ile ilgili ayetin anlamı şöyledir: “Musa, tayin ettiğimiz müddet için gelip Rabbi onunla konuşunca, Musa ‘Rabbim! Bana kendini göster. Sana bakayım’ dedi. Allah; ‘sen Beni göremeyeceksin, ama dağa bak, eğer o yerinde kalırsa sen de Beni göreceksin’ buyurdu. Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti ve Musa da baygın düştü…”.” Bir diğer örnek de Kur’an-ı Kerim’in bizzat kendisinin mucize oluşudur. O peygamberin veya “sekreterlerin” sözleri değil, Allah’ın sözleridir dolayısıyla da bir tecellidir. Hristiyanların anladığı gibi bir insanda tecelli değildir ama “söz” de tecellidir.
Günümüz Batı düşüncesinde hem “önerme merkezli” hem de “kişi merkezli” vahiy anlayışının ikisini birden kabul eden üçüncü bir anlayış daha vardır. Bunun için en iyi örnek Richard Swinburn’dur.
Swinburne vahyin tarifini, iki anlayışı da kapsayacak şekilde yapar. “İlahi vahiy ya Tanrı’nın kendisini açması olabilir veya Tanrı tarafından önermesel doğruların bildirilmesi şeklinde olabilir. Hristiyanlık, hristiyan vahyinin her ikisini de kapsadığı iddiasındadır: Tanrı bedenleşmiştir ve bir dereceye kadar yeryüzünde kendisini göstermiştir ve bedenleşmiş hayat vasıtasıyla muhtelif önermesel doğrular bildirmiştir.” Swinburn bazı modern teologların, hristiyanlığın önerme merkezli vahye sahip olduğunu inkar ettiklerine dikkat çekerek bunun doğru olmadığını vurgular. Ona göre birinci asırdnan 18. Asra kadar Hristiyanlar ile hristiyan olmayanlar arasında, “Hristiyanlığın ‘önerme merkezli’ vahye sahip olması” genel kabul gören bir meseledir. Hristiyanlıktaki vahyin “önerme merkezli” olmadığını savunanlara, Swinburn; önerme formundaki hakikatler olmadan, Tanrı’nın kendisini açığa vurduğu olayların anlaşılmasının mümkün olamayacağını ileri sürerek karşı çıkar.
“Tanrı’nın kendisi hakkında birtakım önermesel doğruları vahyetmeksizin kendisini tarihte (mesela İsrailoğulları’nın Mısır’dan çıkışında, İsa’nın hayatı, ölümü ve yeniden dirilişinde) nasıl vahyettiğini anlamak oldukça zordur. Çünkü olaylar kendi kendilerini yorumlayamazlar. Tarihi olayların yorumunu ya Tanrı verecektir, bu durumda önerme merkezli bir vahiy olacaktır; ya da Tanrı böyle bir yorumu vermeyecektir, bu durumda da ‘vahiysel bir olayın gerçekleştiğini bilmek nasıl mümkün olacaktır’ sorusuyla karşı karşıya kalırız.”
Swinburn olaylara kendi gözleriyle şahit olmayan bir toplumun, bu olayların vahiysel karakterli olduğunu, ancak olan şeyin doğru bir tarifine sahip olmaları halinde kavrayabileceklerini savunur. Çünkü ona göre, eğer Tanrı kendisini “İsa’da gerçekten vahyetti ise, en azından İsa’nın yapıp ettiklerinin kendi faaliyetleri olduğu konusunda bazı önermesel doğruları vahyetmiş olması lazımdır. Bununla beraber, kendisini olaylarda açığa vurmaksızın da Tanrı’nın kendisi hakkındaki bir hakikati peygamberler vasıtasıyla vahyetmesi mümkündür.”
Yorum Gönder