Frithjof Schuon’a göre İslam Tanrı’yla insan arasında bir vuslattır, Tanrı Tanrı olarak, insan insan olarak.
Schuon “her türlü dogmatik sorun bir yana bırakılıp işin aslına gidilecek olursa, hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki başlıca anlaşmazlık nedeninin şurada yattığını saptamak zorundayız: Hıristiyan, iradesini daima kendi önünde görür, -bu irade neredeyse kendi kendisidir- dolayısıyla belirsiz bir rabbani mekan önündedir, bu mekan içinde inancını ve kahramanlığını genişleterek yükselebilir. İslam’ın oldukça ölçülü, dengeli ve “zahiri” buyrukları ona bütün tavizlere hazır ve hiçbir gelişme yapamayacak bir yetersizliğin ifadesiymiş gibi gözükür; müslümanın erdemi ona, kurumsal olarak yapmacık ve anlamsız gibi gelir, çünkü o, bu erdemin pratikteki karşılığını bilmez. Oysa müslümanın görünümü tamamen farklıdır: Onun önünde –kuşkusuz Tevhid’i seçen aklının önünde- kendisine bireysel bir macera girişimi gibi gözükebilecek iradi bir mekan yoktur, aksine iradi yaşamanın dengesi için Tanrı’nın önceden hazırladığı bir yol şebekesi vardır. Bu denge, az ya da çok tekelci, sınırlı bir iradi idealizme alışmış olan hıristiyanın sandığı gibi kendisine bir gaye olmaktan çok uzaktır; tam tersine Değişmez Varlık’ın huzur verici ve kurtarıcı temaşası içinde bu denge aslında “ego”nun şüphelerinden ve taşkınlıklarından kurtulmak için bir temel koşuldur. Özet olarak: İslamın aradığı ve gerçekleştirdiği denge durumu hıristiyanların gözünde çok önemli , büyük bir yetersizlik, üstelik tabiatüstünü gerçekleştirmeden yoksun bir yetersizlik olarak gözükürse, Hıristiyanlığın fedakar ülküsü de Müslümanların gözünde, akıl denen ilahi nimeti küçümseyen bir bireycilik olarak yanlış anlaşılma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir.” der.
Schuon “her türlü dogmatik sorun bir yana bırakılıp işin aslına gidilecek olursa, hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki başlıca anlaşmazlık nedeninin şurada yattığını saptamak zorundayız: Hıristiyan, iradesini daima kendi önünde görür, -bu irade neredeyse kendi kendisidir- dolayısıyla belirsiz bir rabbani mekan önündedir, bu mekan içinde inancını ve kahramanlığını genişleterek yükselebilir. İslam’ın oldukça ölçülü, dengeli ve “zahiri” buyrukları ona bütün tavizlere hazır ve hiçbir gelişme yapamayacak bir yetersizliğin ifadesiymiş gibi gözükür; müslümanın erdemi ona, kurumsal olarak yapmacık ve anlamsız gibi gelir, çünkü o, bu erdemin pratikteki karşılığını bilmez. Oysa müslümanın görünümü tamamen farklıdır: Onun önünde –kuşkusuz Tevhid’i seçen aklının önünde- kendisine bireysel bir macera girişimi gibi gözükebilecek iradi bir mekan yoktur, aksine iradi yaşamanın dengesi için Tanrı’nın önceden hazırladığı bir yol şebekesi vardır. Bu denge, az ya da çok tekelci, sınırlı bir iradi idealizme alışmış olan hıristiyanın sandığı gibi kendisine bir gaye olmaktan çok uzaktır; tam tersine Değişmez Varlık’ın huzur verici ve kurtarıcı temaşası içinde bu denge aslında “ego”nun şüphelerinden ve taşkınlıklarından kurtulmak için bir temel koşuldur. Özet olarak: İslamın aradığı ve gerçekleştirdiği denge durumu hıristiyanların gözünde çok önemli , büyük bir yetersizlik, üstelik tabiatüstünü gerçekleştirmeden yoksun bir yetersizlik olarak gözükürse, Hıristiyanlığın fedakar ülküsü de Müslümanların gözünde, akıl denen ilahi nimeti küçümseyen bir bireycilik olarak yanlış anlaşılma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir.” der.
Yorum Gönder