Malumunuzdur, Osmanlı bir beldeye asker (Alpler) göndermeden önce o beldede İslam'ı ve Osmanlı'yı tanıtacak ve zemin hazırlayacak gönül ehli insanlar (Erenler) gidermiş. Bu zatların hazırladıkları halk, askerle geldiğinde sevinçle karşılarmış Osmanlı'yı. Önce gönülleri fethetme taktiğini bir kenara bırakan Timur'un salt bir yıkıcı güç olmaktan öteye geçemediğini de bilirsiniz. Timur, iyi savaşçılardan oluşan büyük ordularıyla yaşadığı dönem boyunca dünya siyasetinin belirleyicilerinden olmuştur ama bir medeniyet kuramamıştır. Osmanlı ise fethettiği beldelere taşıdığı medeniyeti ile yüzyıllarca sonra bile ‘ben buradaydım’ diyebilmektedir.
Yüz yıldır çekildiğimiz topraklarda bıraktığımız boşluk, batının sömürge politikasıyla doldurulmuştur. Daha elli yıl öncesine kadar fiilen devam eden bu sömürgecilik bağımsızlık mücadelelerinden sonra küresel markalar eliyle gizli sömürgecilik olarak devam ettirilmektedir. Batı, artık diğer ülkelerin kaynaklarını doğrudan elinde bulundurmak yerine kaynakların işletilmesini ulus devletlere bırakmış, üretilen değerlerin parasal karşılıklarını markalarıyla sömürmeye başlamıştır. Dünyanın neresine giderseniz gidin Amerikalı bir kola markasıyla, Alman otomotiv firmalarının otomobilleriyle, Amerikan sinemasının afişleriyle karşılaşırsınız. Bizim medeniyetimizin başkentleri, Batı medeniyetinin markalarının ulusal ve bölgesel koordinasyon merkezlerine başkentlik etmektedir. Bugün birçok küresel firmanın Ortadoğu, Orta Asya ve Türkiye organizasyonlarının yönetim merkezi İstanbul’dadır. Yani Osmanlı'nın başkenti İstanbul fiilen bizim elimizdeyse de işlevsellik bakımından batının elindedir. Beceremediğimiz sanayileşme nedeniyle aynı çapta markalar üretip küresel ekonomi ve siyaset üzerinde etkili olamamaktayız. Bu kadarla da sınırlı kalmıyor. Ne küresel ölçekte bilgi üretim merkezimiz, ne sinemamız, ne medyamız ne de başka herhangi bir organizasyonumuz var. Tıpkı sanayimizde olduğu gibi bu saydığımız alanlarda da dışarıda üretilmiş ürünlerin (bilgi, haber, film vs) paketini açıp çoğu zaman olduğu gibi bazen de küçük montajlarla iç piyasaya süren bir üretim yapısından bahsedebiliriz sadece.
Bu kurallarla oynadıkça bir tüketim toplumu olmaktan kurtulamayacağımız ortada. Bu noktadan itibaren çözümden bahsetmek gerekirse üretmek tek çıkar yoldur denilebilir. Bu kısırlığı aşma çabasıyla bir şeyler üretmeye çalışan bir grup insan var ki, onlardan söz etmeden geçmek olmaz.
Eldeki tek gerçek ve itibar gören kaynağımızı yani Osmanlı'nın var olduğu topraklardaki itibarımızı ve o itibara halel getirmeyecek inançlı, dürüst, çalışkan ve azimli genç insanlarımızı değerlendirerek okullar açan cemaat hakkındaki soru işaretlerini bir kenara bıraksam bile sırf göz yaşartan çabalar gösteren o gençler nedeniyle cemaat gözümde Edebali Dergahı’nın kıymetindedir. Açmaya çalıştıkları her okul için göze aldıkları sıkıntılar, kimi zaman ‘Yapmaya çalıştıkları şey o gençlerin kendilerinden daha mı kıymetli?’ diye sordurtuyor bana. Ben göze alabilirmiydim mesela savaş sırasında Bosna’ya okul açmaya gitmeyi? Bosna’ya savaşa gitmek başka bir şeydir, ölümü göze almışsınızdır zaten ama bir ideal uğruna savaşın göbeğine yaşamak üzere gitmek kaç babayiğidin harcıdır bir düşünün. Daha zorlu ne sıkıntıları göze alan bu insanlar Yesevi’nin, Edebali’nin müritlerinden, erenlerinden daha mı az kıymetlidirler? Cemaatin üst katlarında neler oluyor bilemiyorum ama büyük kısmı benimle yaşıt hatta benden küçük olan o gençlerin elini öpmek, burada çalakalem savunmaya çalıştığım idealim için benden daha çok çaba gösterdiklerini bilerek onları dualarımda anmak boynumun borcudur gibi geliyor bana.
Sonuç olarak, erenler, müstakbel medeniyet hamlemizin muştucuları, gittikleri yerlere kalıcı olarak yerleşmeye başlıyorlar. Göçebeliği neredeyse kutsayacak kadar ileri gidebilen şovenistler - pekte yakışık almayacak ama- yani alpler de erenlerin peşinden yola dizilecekler ama kim bilir ne zaman?
Yorum Gönder